Çok eski yıllardan beri, ülkemizde ve diğer ülkelerde keyif verici bir
madde olarak kullanılan kahve Türk toplumsal hayatında önemli bir yere
sahiptir. Türk kahvesi diye milli bir içecek haline gelerek milli
sınırları aşan kahve Türkler tarafından dünyaya tanıtılmıştır. Doğunun
keyif verici maddesi, kahve ile, batıdan gelen tütün, ülkemizde bir
araya gelerek, Adeta birbirini tamamlamışlardır. Sivas sözlü
geleneğindeki Kahve tütün, keyf bütün sözleri de bunu gayet iyi
belirtmektedir. Tütünsüz kahve yorgansız uyku gibidir sözleri de diğer
bir tiryaki sözümüz olarak her zaman hatırlanır. Ülkemizin her yerinde
söylenen, "Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve
bahane" sözlerimiz ise, dost ve arkadaşla olan ünsiyeti ne kadar da
güzel dile getirmektedir. Bir fincan acı kahvenin kırk yıllık hatırı
vardır sözümüz, ne güzel bir vefa örneğidir. Aniden gelen bir misafire
sunulan bir fincan kahve kendi kara ama, yüz ağartıcı olmamış mıdır?
Sivas'ta kahve diyene tırk deme nasihati, bir şey duyunca, söze karışan
ve onunla ilgili istekleri olan döğücüsünün hınk deyicisi biçimindedir.
Cevabı kahve olan, şu Sivas bilmecesinde kahveye sanki bir kişilik
kazandırılmıştır:
İki bülbül bir çilede büyümüş
Evi
yanmış, barkı yanmış, döğülenler o imiş
Ne insandır, ne hayvandır o
da öyle bir kişi
Daima deryaya dalmaktır onun işi.
Türkülerimiz ve manilerimizde, kahvenin kavrulması, gurbet ve çekilen
dertler için bir sembol olmuştur, şu mısralarda olduğu gibi:
Kahve oldum tavalarda kavruldum
Duman
oldum, havalarda savruldum
Kahve ile ilgili çok manilerimiz vardır. Verdiğimiz şu örnek, bir
atasözü hükmünü de dile getirmiş oluyor:
Kahve piştiği yerde
Pişip
taştığı yerde
Güzel çirkin aranmaz
Meyil
düştüğü yerde
Bir hanımın söylediği şu dörtlük ise, iyi gün dostlarına, verilen derse
ne güzel bir örnektir:
Kahvelerim pişti gel
Köpükleri
taştı gel
İyi günün dostları
Kötü günüm
geçti gel
Kahve bulunmadığı zamanlarda, kenger bitkisinin (Gundelfia tournefortii)
tohumları kavrulmuş, çekilmiş ve kahve gibi içilmiştir ki buna kenger
kahvesi denilmiştir. Kenger kahvesi bir teselli anlamında bir Sivas
türküsünde şu şekilde yer almıştır:
Yüce dağ başında çadır açarım
Kahve
bulamazsam, kenger içerim.
SİVAS’TA SOSYAL HAYATTA KAHVENİN YERİ
Günlük hayatta kahvenin yerini çayın aldığını görmemizle beraber,
evlenme için bir başlangıç olarak, kahvesi içilmek bir deyim olarak da
dilimize yerleşmiş olan bir gelenektir. Nişan töreninden bir hafta kadar
önce, nişanlanacak gencin ailesinin yakınları, kız evine gelerek, söz
keserler ve beraberlerinde getirdikleri hoca tarafından yapılan duaya
amin derler. Bu törende kahve, lokum, şeker, sigara ikram edilir ve
bunlar oğlan evi tarafından kız evine tören sabahı getirilmiş olur.
Kahve bayram ziyaretlerinde sunulduğu gibi, yas bayramlarında, yani
ailedeki bir vefat olayından sonra gelen ilk bayramda (ramazan veya
kurban bayramına rastlayabilir) yine acı kahve ikram edilir.
SİVAS’TA KAHVE ETNOGRAFYASI
Eskiden, yeşil çekirdek kahveler kahve dolabı denilen silindir şeklinde,
1 m boyunda, 30 cm çapında sacdan yapılmış kaplarda kavrulurdu. Altında
odun yanan dolap, kolu vasıtasıyla çevrilirdi. Ayrıca kahve
karıştıracakları da vardı. Çarşıda dolaplarda kavrulan kahveler, bir
bez üzerine alındıktan sonra, bir avuç su serpilerek, soğumaya bırakılır
sonra da dibeklerde döğülürdü. Kahve dibekleri özel oyulmuş taşlardı ve
içine konulan kavrulmuş kahve uzun, ağır demiriyle döğülürdü. Dibek
kahvesi daha lezzetli olduğundan makbuldü.
Evlerde ise, kahveler özel
kahve tavalarında kavrulur, buradan alınan kahve, sürgeç çoğunlukla
ceviz ağacından yapılmış kahve soğutucularında soğutulduktan sonra,
pirinç kahve değirmenlerinde çekilirdi. Çarşıda ise, büyük kahve
çekecekleri kullanılırdı. Kahve kolay tağşiş edilen (içine nohut v.b.
katılabilen bir madde olduğundan), her ev kahvesini kendi çekerdi. Bu
sebeple orta halli ailelerde bile kahve değirmeni bulunurdu. Çekilmiş
kahve ceviz ağacından yapılmış özel sürgülü kahve kutularında muhafaza
edilirdi. Özel günlerde, bayramlarda, kalabalık misafirler için, özel
olarak yapılmış kahve güğümleri kullanılırdı ki, bunlar, sanatkarane
bir biçimde, bakır veya pirinçten imal edilmişti. Güğüme konulan
kahvenin üzerine sıcak su konur ve kaynatılırdı. Kahve bekletilir ve bu
işleme kahvenin demlenmesi denilirdi. Sonra ısıtılarak ikram edilirdi.
Az miktarda kahve yapılması için, günümüzde de olduğu gibi, kahve
cezveleri kullanılmaktaydı. Acı kahve için ağzı kapaklı cezveler
kullanılırdı. Şekerli ve köpüklü kahve yapabilmek için, daha sonraları
kapaksız cezveler kullanılmaya başlandı. Mangalda pişen kahve, ağır
ateşte piştiği için makbul olduğu kadar, pişiren için de kolay olurdu.
Kahve fincanları ise, eskiden, sade kahve içmeye yarayan, kulpsuz
kallâvi fincanlardı. Bu fincanların ağızları geniş olduğu için ağzı
açık da denilirdi. Bu fincanların, telkari veya savatlı gümüşten
zarfları zarafet ve sanatın da bir örneği idi. Fincan tepsileri de sarı
denilen pirinç, gümüş veya etrafı madeni, şimdi birer antika olan
tepsilerdi. Tepsilerin ve fincan tabaklarının üzerlerinde, "afiyet
olsun" ifadesi de yazılı olurdu. Kahve etnografyasına ait, şimdi antika
olan bu eşyaların Sivas Müzesi'nde, güzel örneklerini görebilmek
mümkündür.
ESKİ SİVAS KAHVELERİ ve BUNLARIN TOPLUM
HAYATINDAKİ YERİ
Kahve yalnızca bir içecek değil, hekim ve ilâcın az olduğu zamanlarda
bir ilaçtı da. Başı ağrıyanlar, öksürenler için ilaç olarak
kullanılırdı, hatta veteriner halk hekimliğinde, zehirlenen hayvanlara
kahve içirenler olurdu.
Sözlü geleneğimizde, "Gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet
ister kahve bahane" diyen insanımızın düzenli sohbet etme ihtiyacından
kahvehaneler meydana gelmişti. Kanuni'nin buralarda, dedikoduyu önlemek
için, halkın anlayacağı dilden, edebiyat ve tarih konuları okutturması
ile buraların adı kıraathane olmuştu.
Eski Sivas kahveleri, halk eğitimi merkezleri gibi idi. buralarda,
meddahlar konuşur, saz şairleri çalıp söylerdi. Dostlar karşılıklı fikir
alış verişinde bulunurlar, yardıma ihtiyacı olanlara el uzatma fikri de
buralarda oluşurdu. Şairlerin muamma astıkları, bilgi, edep ve erkân
öğrenilen bu kahvelerin bir fonksiyonları da haberleşme merkezi gibi
olmalarıydı. Bu kahvelerde çeşitli şakalar da yapılırdı. Anlatıldığına
göre, kahve tiryakisi Ali Ağa'yı denemek isteyen muzip arkadaşları onun
kahvesinin içine biraz, bakalım anlayacak mı diye, kavrulmuş ve döğülmüş
arpa katmışlar. Kahveyi içen ünlü tiryaki hiç bir şey söylemeyince,
şakayı yapanlar, anlamadı diye gülmüşler. Ali Ağa biraz sonra kahveden
ayrılırken, topallayarak yürüyünce, dostları sebebini sorunca
"arpalamışım" demiş. Ali Ağa böylece dostlarının şakasını anladığını
zarif bir şekilde dile getirmiş.
Girdikleri kahvehanede bekledikleri itibarı bulamayan iki arkadaştan
birinin diğerine, çevredekilerin duyacağı sesle söylemiş olduğu şu beyit
de eski kahve hatıraları içinde unutulmamıştı:
Tutup kes'in kenarından letafet birle
höpürdet
Desinler kahve içmekte bu emmi amma mahir haa.
Eskiden çarşı kahvelerinde, kahve şekersiz pişirilirdi, yanına şeker
koymak adeti de sonradan çıkmıştı. Kahveye gelen bir kimse, şekerli
kahve isterse, yabancı olduğu bilinirdi. Yerlilerin şekerle kahve
içmeleri ayıp sayılırdı.
Yirmi yıl öncesine kadar, Sivas'ta çarşıda, dükkan dolaşarak, dolu
kahve güğümü sağ elinde, kulpsuz kallâvi fincanları da iç içe dizmiş ve
bunları, büyük bir ustalıkla, avucunun içinden omzuna doğru istif etmiş
olarak ve kulağının arkasındaki tebeşiri ile, "gaaee" diye bağıran
halfelere rastlamak mümkündü. Kahvecinin gezdiği zamanlarda, muayyen
abonelerin kahve içmesi şarttı. Halfe bunlara tebeşiri ile bir çizgi
çekerdi. Bir dükkana misafir gelmişse, dükkan sahibi, kendi dükkınını
kahve ocağına bağlayan ipi çekerek ucundaki zili çalardı. Kahveci de
güğümü ve fincanları ile zil çeken, zil çeken diye bağırır, kahve
isteyen dükkânı bulurdu.
75-80 yıl önceleri Sivas'ta bulunan kahveler üç çeşit idi. Bu kahvelerle
ilgili bilgileri merhum babam Kâzım Arslan (1900-1991) ve hemşehrimiz
Hilmi Atacan'ın ifadeleriyle alıyorum:
1- Şeyh Recep'in Kazinosu: Meydan
Camii'nin tam karşısında iki dönemeçli bir merdivenle çıkılan bir kahve
idi. Halk buraya Kasino da derdi. Şemseddin Sivasi'nin soyundan gelen
Şeyh Recep'in kahvesinde, yatsı namazından sonra ünlü hikayeciler
hikâyeler anlatırlardı. O zamanın en ünlü hikayecisi, 1877 Kars
muhaciri olan, Berber Ağa Dayı idi. Saz çalan bir arkadaşı ile türkülü
hikâyelerin on yıl kadar bu kahvede anlatan Ağa Dayı, daha sonra
kunduracıların içindeki Sulu Kahvede sanatını icra etmişti. Ağa Dayı'nın
bulunduğu kahvenin müdavimleri çok olurdu.
2-Sıra kahveler: Meydan
Camii'nin karşısındaki dört-beş kahve idi. Mevsim yaz ise, kahvenin
önüne, hasır serilir. Müşteriler, bağdaş kurarak otururlar, halfe de iki
dizinin üzerinde gezerek kahve dağıtırdı. Kışın ise, içerde peyke
denilen ve merdivenle çıkılan yerlerde oturulurdu ki peykelerin
üzerlerine kilim serilirdi. Tütün içenler, çubuklarını, ortada bulunan
takatukalara silkerlerdi. Takatukalar, dört köşeli ağaçtan yapılmış
kutulardı. Bu kahvenin peykelerinde, 93 harbinin (1877 Osmanlı-Rus
savaşı) olayları anlatılır, dışarıdan gelen âşık ve saz şairleri çalar
söylerlerdi. Erzurumlu Emrah, Mumcuların içindeki kahvede çalıp
söylemişti (Hacı Ali Beyzade onu, Mahi hanımla evlendirmişti). Bu
kahvelerde devrin gazetesi, Karagöz alınır, bir okumuş bulunarak
okutturulur, siyaset de konuşulurdu. Kahveye önce gelmiş olan, sonra
gelenlerin kahvesini ısmarlardı. Kahveciye her gün para verilmez,
herkesin duvarda bir yeri olur, içilen kahve çizgi ile belirtilir, sonra
toptan ödenirdi.
3-Ahırlı Kahveler: Daha çok
köyden gelen hayvan sahiplerinin rağbet ettiği bu kahvelerin özelliği
ahırlı olmaları idi. Ahır kahvelerin arkasında olur, kapısı açık
bulundurulurdu. Hayvanı olanlar buraya bağlarlardı, köye gitmezlerse
kahvede yatarlardı.
O devirlerdeki diğer kahveler, Avukat Haluk Çağdaş'ın verdiği bilgilere
göre, Kunduracılar Çarşısının başındaki Havuzlu Kahve, yine buna
yakın, Mermerli Kahve, eski belediye sokağında Mumcular Kahvesi, Sert
Ağa'nın Kahvesi, Subaşı Hanının yakınında Karahollo'nun Kahvesi ve
bugünkü Taç Sitesi'nin yerinde bulunan Rıza Çavuş'un Kahvesi idi.
Sivas'ta en az üç kuşağın malumu olan ve eskiden Telli Pınar'ın yanında
bulunan Karadayı'nın Kahvesi, şamatanın fazla yapıldığı bir yer
olmalıydı ki, böyle durumlarda, "Burayı Karadayı'nın Kahvesine
çevirdiniz" denilmişti. Bu kahvelerin bazı meslek erbabının müşteri
bekleme yeri gibi görevleri de vardı. Taşçılar, kireççiler, çekemler,
marangozlar, sıvacılar belli kahvelerde otururlar, işe buradan
götürülürlerdi. Mermerli Kahve külhanbeylerin, Ulus Kıraathanesi
partililerin, Cumhuriyet Kıraathanesi ise emekli bürokratların uğrak
yeri idi. Küçük kalem erbabının mekanı, Benzinci Ahmet'in Kristal
Kıraathanesi idi. Mehmetpaşa'nın ünlü Zaman Kıraathanesi, gramofonu ile
ünlü Nursaz, şimdilerin Çalgıcılar Kahvesi, geçmişten günümüze iz
bırakan mekânlardı. Biri, şimdi Adliye binasının bulunduğu, diğeri de
bugün Ulu Çarşının olduğu yerde Faytoncular Kahvesi vardı ki bu meslek
erbabıyla ilgili bilgileri, Ahmet Turan Alkan, Altıncı Şehir (1992) adlı
kitabında, Faytonlar, Faytoncular bölümünde gayet güzel dile getirmiş
ve günümüzün ünlü mekanlarından olan Ã?erkez'in Kahvesi'ni de yine bu
kitapta ayrı bir bölüm halinde anlatmıştı. Günlük hayatımızda kahvenin
yerini çaya terketmesi gibi, çarşıdaki mekanlarının adı çay evi
oluyordu ki, eskinin özlemiyle, taş plak dinleyenlerin çay Evi buna bir
örnektir. Geçmişin derinliklerinde ve yaşlıların hatıralarında kalan
kahvehaneler, eski fonksiyonları değişse de günümüzde sosyal hayatın bir
parçası olarak yaşamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder