KAHVE GÜZELLEMESİ
Zihnimde muhabbet kelimesinin ne çok çağrışımı var…
Birbirini seven insanların sohbeti, dil yakmayacak derecede bir
sıcaklık, paylaşma, vazgeçememe, ağaç gölgesi, kahve tadı, kakule… Tüm
bunlar sadece benim için mi muhabbetin olmazsa olmazıdır, yoksa herkes
için muhabbet bu çağrışımlardan mı ibarettir.
Bu yazı kahveye güzelleme olsun ve damakta telve tadı
bıraksın. Okuyan her kimse, bir fincan kahve eşliğinde muhabbet etmiş
olsun benimle. İsterse tütün rayihası da eşlik etsin sohbetimize…
Adettir ya; bir tarihi girizgah yapalım. Bundan asırlar
önce, Habeşistan’da Kaffa adlı bir diyarda çelimsiz koyunlarını otlatan
Khaldi adlı çobanı yad ederek başlamalı. Eğer o sıcakta uyuşan
koyunların yedikleri bir bitkiyle canlandıklarını keşfetmeseydi
sohbetimizde ne büyük bir eksiklik olacaktı. Ardından onun köyüne
götürdüğü tanecikler Cemaleddin Ebu Abdullah tarafından hecin develerin
üzerinde Eritre’ye, oradan Yemen’in Aden kentine taşınmasaydı, esmer
tenli, kirli harmanili bir dervişin elleriyle ateşte kavrulup
dövülmeseydi neylerdik…
Bu yarı yanmış taneciklerin dövülmesiyle elde edilen tozu
kaynatıp içen herkes tadına hayran oldu bizim gibi. Başlangıçta içeni
alıp malihülyalara saldığı inancıyla dervişler arasında rağbet buldu ve
kaplar içinde elden ele dolaştı, sonradan ağır bir içecek olduğu fark
edilip içilmesine ölçü getirildi. Küçük bardakçıklar içinde sunuldu
dostlara, tadına bakan herkes müptelası oldu. Dilden dile methiyesi
dolaştı. Mısır konaklarına ulaştı, Şam’ı geçti, saraylarda dergahlarda,
tekkelerde elden ele dolaşıp Kanuni’nin sarayına vardı. Derler ki onu
Dersaadet’e getiren Hükm ile Şems adlı iki Arap gezgindi. Yedi iklimin
sultanı, ünü kendisinden önce gelmiş bu siyah içeceğin tadına bakınca
gergin yüzü rahatladı. Belki de,
-Ol biemsal maiden her dem içmek isterüz. Dedi. Bu
buyruğun ardından Süleymaniye’nin eteklerinde ‘Kalenin altı’ nam bir
mekanda bu maiyi nûş edip cûşa gelenlerin toplandığı kahve evleri
meydana geldi.
Ulema bu siyah ve acı sıvının halk arasında kendilerinden
daha muteber bir yer edinmesinden hoşlanmamış olmalı ki içildiği ilk
günden beri münkiri çok oldu kahvenin. Efendim esveddir simayı siyah
eder, yanıktır yürek yakar, peygamber çağında olmadığı için bid’attır,
içenin uykusu kaçar, uykusu kaçan savm ü sâlâtta tembellik eder
kabilinden bir sürü bühtan ile fetva dizmeye, yasak konmaya başlandı bu
Afrika güzeline… Zahit ile Rind kahve yüzünden kavgaya tutuştu. Onlar
olurdu olmazdı tartışması yaparken halk kahveyi layıkıyla öpmek için
üzerine envai çeşit nakışlar dökülmüş porselen fincanlar icat etti.
Kahveye eşlik etmesi için bin bir çeşit baharatı, şekeri, tatlıyı
denedi.
Her türlü güzelliği bir yolunu bulup kendisine mal
etmekte pek mahir olan Avrupalıların bu içecekle tanışması Prospero
Alpinus adlı bir Venedikli Botanikçinin yazdığı kitapla oldu. 1580’li
yıllarda Venedik’in Mısır Konsolosu olan Giorgio Emo’nun, Mısır’ın bitki
örtüsünü incelemek üzere Kahire’ye çağırdığı Alpinus, Halil Bey adlı
bir Mısırlı bürokratın bahçesinde gördü onu. Devir keşif devriydi.
Herkes bir şeyler buluyor, her geçen gün yeni ürünler sunuluyordu
dünyadan bihaber Avrupalının pazarına. Alpinus, şarklıların adeta ibadet
huşusuyla içtikleri siyah içeceğin hammaddesini ayrıntılı bir şekilde
inceledi. Çok değil, on yıl sonra yayınlanan “Mısır’ın Bitki Örtüsü”
adlı kitabında bu esmer güzelini cümle aleme ilan etti.
‘Mal bulmuş Mağribi gibi davranmak’ şeklinde bir deyim
dilimizde vardır da nedense ‘Keşfetmiş bir Avrupalı gibi kötüye
kullanmak’ şeklinde bir deyim yoktur. Oysa onların her keşfi felakete
neden olmamış mıdır. Yükü baharat olan birkaç filo uğruna dünyanın dört
bir tarafını yağmalayan onlar değil midir, Yeni Dünya’ya Ye’cüc Mecüc
misali saldıran, emeğiyle, teriyle insan soyunun diğer kısmını
yağmalayan onlar değil midir.
Alpinus’un sayesinde Avrupa pazarına çıkan kahve o
diyarlarda da pek tutulmuş, pek beğenilmiş olmalı ki kısa zamanda aranan
bir tüketim malzemesi haline geldi. Bir çok şirket bu ürünün
pazarlanması konusunda rekabete girdi. Doğudan taşınmasının zorluğu
karşısında da bir çıkar yol bulundu ve Avrupa’da üretilmesi mümkün
olmayan bu ürünün tarımı sömürgelerde yapılmaya başlandı. Endonezya,
Hindistan, Afrika derken Brezilya kahve üretiminde baş sıraya oturdu.
Kahve üretilen topraklarda tarım işçiliği yapması için Afrika’dan
getirilen siyahların çektiği sıkıntılardan hiç bahsetmeyelim
muhabbetimize efkar katar. Efkar dedikleri de şeker değil, Hel değil ki
kahvemize tad versin. O nedenle geçiştirelim işin bu kısmını.
Her ne kadar Doğu, keyif verici bu içeceği üretmiş
olmakla övünse de onu çeşitli tatlarla sunmak ve zenginleştirmek
konusunda Avrupalıların arkasında kaldıkları bir gerçektir. Kahve ile
tanışıklığını Viyana’yı kuşatan Osmanlı’ya borçlu olan Viyana’da bile bu
içecek yüze yakın farklı tatta ve şekilde içilmektedir.
Bizde ise müptelası olduğumuz bu içecek hala Yemenli
dervişlerin usulüyle yapılır. Sade suya bir ölçek kahve katıp tercihen
köz ateşinde ağır ağır kaynatılır. İlk kabarmadan sonra kaşık batırılmaz
ki köpüklü olsun. Kahvenin iyisi köpüğüyle içilendir. İlk yapılış
şekliyle günümüzdeki usul arasında tek fark içine isteğe bağlı ölçülerde
katılan şeker olsa gerek. Eskiden kahve sade içilir ve yanında şerbet,
lokum, reçel ya da helva türünde bir tatlı sunulurdu. Artık kahveyi sade
içen kalmadı gibi bir şey. Eskiden çocuklara sunulduğu şekliyle ‘bir
fincan için bir ölçü kahve, bir ölçü şeker’ diyorlar…
Bizim tercihimiz ise içine bir tutam kakule katılmış sade
kahveden yana… kakule dedikleri zencefile benzer ferahlık veren bir
baharat. Araplar buna Hel adı veriyorlar ve kahveyi onsuz içmiyorlar.
Farklı rayihasıyla kahve içme keyfine keyif katan bu baharat alışmış
olanlar için vazgeçilmez bir tamamlayıcı. Keyfine düşkün olanlara uyarı,
yanında nargile içecekseniz tömbeki olmalı.
Biz yine şarklılara özgü o derin vefa hislerimizle
kahvenin tadını değiştirmek yerine onun kültürünü oluşturmayı tercih
ettik. Şekerlisini çocuklara sunduk, acısını büyüklere. Görücüye çıkan
kızlar kahve sunmayı bir ritüel haline getirdi. Koca karılar telvesinden
kader okumaya kalktı. Kahvenin hazırlandığı cezveye, içildiği fincana,
konduğu zarfa, tepsiye pek özendik. Sunulması için kurallar geliştirdik.
Yanında ille bir bardak su ikram ettik ki içmeden evvel ağızda başka
lezzet bulunmasın. İçtikten sonra serin bir ferahlık hissiyle keyfi
tamamlansın. Muhabbete bahane ettik kahveyi. Atasözlerine, şarkılara,
türkülere, şiirlere konu ettik onu. Şiir demişken, kahve için yazılan en
güzel şiirlerden biriyle son verelim muhabbetimize. Şairi Ayhan
Altınkuşlar olan bu şiir rahmetli Ayhan Songar tarafından bestelenmişti
ki kahve içerken dinlenmesi pek safa verir olsa gerek.
Kahveye Mersiye
Türlü türlü derd içün vardır şifası kahvenin
Hem sezâdır kim
yapılsa bin senâsı kahvenin
Her haşin mizaca linet, hem sükûnet bahşeder
Besmeleyle halkolunmuştur esası kahvenin
Hal-i istisna ki elbet her şey üzre var hemân
Yeryüzünde olmaz
asla kim gınâsı kahvenin
Bir beyaz fincan içinde her öğünde bir kere
Şürb edenler niçün olsun müptelâsı kahvenin
Kahve esved, kâse ebyaz kâkul-i simten gibi
Bir acep lezzet verir
kalbe safâsı kahvenin
Kırk kadem yoldan dahi duysam beni bir hoş eder
Kavrulurken, çevrilirken râyihası kahvenin
Savt-ı mâ, esvât-ı mangır, bir de savt-ı zenneye
Unsur-u râbi
gerektir hoş nevâsı kahvenin
Etme şekva almıyor aklım deyu ey müşteki
Fehme
saffet, zihne rikkattir şifâsı kahvenin
Bazıları var doymaz asla gece gündüz şürb eder
İptizalinden sakın
çoktur cefâsı kahvenin
Mide münhal olduğunda içmemek lâzım ânı,
Hâb-ı leylin evvelinde en fenası kahvenin
Derdnâk olmak murâd etmezsen ey dostum sana
Pendim olsun pek
belâdır iptilası kahvenin
Telvesin içmek ânın tıpkı ağu içmekle eş
Telvesidir fâ’l-i Hayri bed-nüması kahvenin
İftirâkındır senin güftar eden bu Ayhan’ı
Hasretinden çâk oluptur
yok sadâsı kahvenin.
Hulusi Üstün
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder