''İyi kahve en yalın anlatımıyla şeker ihtiyacı hissettirmeyendir. Bu
bütün kahve türleri için de geçerlidir. Türk Kahvesi'nde şeker, filtre
kahve ve espressoda ise süt ihtiyacı hissetmemelisiniz. Aradığınız her
şey kahvenin kendi lezzetinde var olmalıdır. Kahveden herhangi bir
fermente tat almamalısınız. Bu da kahvenin yetiştiği coğrafya ve iklimle
bağlantılıdır'' diye konuştu.
Aslında Türk Kahvesi'nin sadece bir kahve türü olmadığını, bir
kültür sembolü ve bir tarihin fincana sığmış hali
Bir Başka Kahve Hikâyesi
Doç. Dr. İsmail Albayrak
Günlük hayatımızın neredeyse ayrılmaz bir parçası haline gelen
kahvenin tarihsel serüveni hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğumuzu
acaba hiç düşündük mü? Eskiler “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı
vardır.” derler ve bu enfes tabirle kahvenin toplumsal ilişkilerdeki
müspet rolünü açık bir şekilde ortaya koyarlar. Hâlbuki bugün sadece bir
içecek gözüyle baktığımız kahvenin doğu ve batıda arz-ı endam ettiği
ilk dönemlerde kolay kolay kabullenilmediğini görmekteyiz. Bu yazı
öncelikle kahvenin doğum tarihi, İslâm dünyasına girişi, hakkındaki
müspet ve menfi yaklaşımları ve son olarak batıya geçişi ve orada
kahveye karşı geliştirilen bakış açılarını özetlemeyi hedeflemektedir.
Öncelikle,
doğulu ve batılı uzmanların ekserisinin kahvenin menşei hakkında
hemfikir olmadıklarını belirtmekte fayda vardır. Kahve kelimesinin
etimolojisinden hareketle bazı yorumlarda bulunan araştırmacıların da
söyledikleri ise bir tahminden ileriye gitmemektedir. Bizim açımızdan
önemli olan nokta ise, kahvenin İslâm dünyasına ilk defa Aden/Yemen
kanalıyla girmiş olması gerçeğidir. Özellikle buradaki ehli tasavvuf
arasında zihni uyanık tuttuğu için içildiği nakledilen kahvenin Şazelî
Şeyhi Ali b. Ömer (v.828/1425) ya da meşhur fakîh Muhammed b. Saîd
ez-Zebhani (v.875/1470) tarafından getirildiği belirtilmektedir. Hatta
bazı mutasavvıflar tarafından tüketimi yaygınlaştırılan kahvenin,
geceleri zikir meclislerinde ve yapılan ibadetlerde müridleri zinde
tutma ve uyutmama gayesini hedeflediği bilinmektedir.
Kahve,
Yemen’de yayıldıktan kısa bir süre sonra Mısır ve bu kanalla da Suriye,
Hicaz ve Türkiye1 gibi pek çok İslâm ülkesinde kendisine yer
bulmuştur. Kahveyle birlikte açılan kahvehanelerin de nicelik bakımından
artışı İslâm topraklarında kendisine rahat yer bulan kahve hakkında
bazı tartışmaların çıkmasına sebep olmuştur. Bazı kimselerin Ezher’in
bahçesinde ya da Harem-i Şerif’in etrafında ayakta kahve içmeleri, ya da
saatlerce kahvehanelerde sohbetlerle boş vakit geçirmeleri bazı
âlimleri kahve aleyhinde fetva vermeye sevketmiştir. Fakat sonuçta kahve
lehindeki fetvaların ağırlık kazandığını ve böylece kahvenin artık her
tarafta rahatlıkla içildiğini görmekteyiz. Bütün bu tartışmalar
neticesinde kahve hakkında ciddi bir kitabiyâtın da ortaya çıktığına
şahit oluyoruz. Risâle fi Ahkâmi’l-Kahve, İstifâu’s-Safve li
Tasviyeti’l-Kahve, Umdetu’s-Safve fî Hilli’l-Kahve gibi eserlerin kaleme
alındığı ve yazarları tarafından meselenin etraflıca tartışıldığı
görülmektedir. Kahve taraftarları ve karşıtlarının görüşlerini detaylı
bir şekilde ortaya koydukları farklı bir alan da şiir olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kanaatimizce bir kahve tutkunu olan şair Burhaneddîn b.
El-Muballit el-Mısrî’nin şu sözleri söz konusu tartışmalara son noktayı
koymayı hedefler gibidir:
“Ey içinde ruhun hastalıklarına şifa
bulunan kahvemizi siyahlığı yüzünden kınayan!
Onun, fincanının
içindeyken, gözün beyazı ortasındaki siyahlığı hatırlattığını görmez
misin?”
Özetle bu siyah ve içenlerini hem zinde tutan hem onlara
zevk veren hem de muhabbetlerini artıran kahve Müslüman toplumlarda
kendisine mümtaz bir mevki edinmiştir. İslâm dünyasındaki kahve ile
ilgili tartışmaların ise bizzat kahvenin kendisinden çok tüketim
şeklinden kaynaklandığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Özellikle vakit
nakittir düsturuyla hareket eden Müslüman âlimler kahvehanelerde
malayani ile meşgul bir şekilde kahve içerek kıymetli vakitlerin zayi
olmasına şiddetle karşı çıkmışlardır. Öte taraftan mü’minlerin geceleri
kulluklarını uzun bir süre uyanık kalarak izhar edebilmelerine, din-i
mubîn-i İslâm’ı hakkıyla yaşayabilmelerine vesile olması açısından
kahveye ayrı bir önem atfetmişlerdir. Kısaca Müslüman dünyada kahveyle
ilgili tartışmalarda peşin hükümlülüğe ve bunun neticesi olan ifrat ve
tefrite rastlanmamaktadır. Şimdi dilerseniz kahvenin batıdaki serüvenine
bir göz atalım:
Tarihi veriler bize ilk kahvehanenin Londra’da
1652’de açıldığını bildirmektedir. On yıl içinde kahve tüketiminin artık
bir moda haline geldiği dönemin entelektüelleri tarafından
nakledilmektedir. Her ne kadar bu yeni içecek pek çok İngiliz tarafından
hoş amedi (hoş geldiniz) ile karşılanmamışsa da çok geçmeden halk
arasında kahve düşmanları belirmeye başlamıştır. William Parry kahve
hakkında ciddi anlamda olumsuz yaklaşımı sergileyen kimse olarak
bilinmektedir. Ona göre kahve beyni uyuşturan bir maddedir ve insanları
sarhoş etmektedir. Londra’da çok kısa bir süre sonra anti-kahve
kampanyasına birahane sahipleri de katılırlar. Bunların en temel kaygısı
ise, kahve tüketiminin giderek artmasına rağmen kendi geleneksel
içkilerine rağbetin azalması ve toplumun konu üzerinde duyarsızlığıdır.
Gözlerinin önünde birer birer müşterilerini kaybeden bu insanlar
satışlardaki düşüşlerden dolayı konuya daha çok ekonomik açıdan
yaklaşmakta ve pragmatik çözümler aramaktadırlar. Onlara göre meselenin
çözümü hususundaki en kısa yol ise kahve tüketiminin yasaklanması ve
kahvehanelerin kapatılmasıdır.
Bu tartışmalarda dikkati çeken en
ilginç tartışma ise kahvenin İngiliz toplumundaki tanımıyla ilgilidir.
Bu dönemde yazılan eserler incelendiğinde kahve için seçilen ilginç
tabirin Muhammedan Berry olduğunu görmekteyiz. ‘Müslüman şurubu’ olarak
tercüme edebileceğimiz bu ifadeyle İngiliz yazarlar kahvenin
Müslümanlara aidiyetini ima etmektedirler. Bu nedenle pek çok İngiliz
düşünür o dönemde kahveye hep şüpheyle yaklaşmışlardır. Onlara göre
kahve bir Protestan’dan çok Müslüman özellikleri taşımakta ve
tiryakilerini Türkleştirmektedir. Türk ise o günlerde bütün batı için
Müslümanlığı çağrıştırmaktadır. Zihinlerimizi bir an için söz konusu
döneme yönlendirdiğimizde Batının karşısındaki tek Müslüman gücün bir
Türk Hanedanı olan Osmanlı olduğunu müşahede edeceğiz. Batılılar
Müslüman olarak karşılarında buldukları Osmanlı Türklerinden dolayı
Kur’ân-ı Kerim’i bile literatürlerinde Turkish Bible (Türk Kitab-ı
Mukaddes’i) olarak tanımlamışlardır. Özetle ifade edecek olursak pek çok
İngiliz yazar için kahve tehlikeli bir içecekti ve onu içenler
Hıristiyanlığı bırakıp Müslüman olmaya hazırlanıyorlardı. Bazıları
kahvede gizemli bir şurup özelliği görürken bazıları da onu bir
ajan/misyoner olarak algılamışlardır.
Batıdaki Osmanlı korkusu
kahve düşmanlığıyla kendini gösterirken kahve bütün olumsuzlukların
sebebi olarak telakki edilmiştir. Bazıları kahvenin bir cehennem bitkisi
olduğunu söylerken bazıları da kahvenin İngiliz halkı üzerinde sadece
ruhi değil fiziki etkilerinden uzun uzadıya bahsetmiştir. Bu yazarlara
göre kahvedeki sihir, içenlerde kendisini hemen hissettirmektedir.
Kahveyi bir Şeytan içeceği olarak gören bazı İngiliz yazarlar, sık sık
kahve içen kimsenin Türkler gibi olmaya başladığını, sadece ruhları
değil, renklerinin de karardığını tartışmışlardır. Kahve ile ilgili
batıda sürdürülen başka bir tartışma ise kadınlar tarafından
yapılmıştır. Pek çok kadın kocalarının kahve yüzünden evlerini ve
kendilerini ihmal ettiklerini belirterek mahkemeye başvurduğu
kaynaklarda zikredilmektedir.
Kahve etrafında cereyan eden
traji-komik bir münakaşa ise İngiltere’ye kahvenin girişiyle aynı
tarihleri paylaşan ilk Kur’ân tercümesinin basılması olayıdır. Meşhur
İngiliz mütercim Alexander Ross, kendisinden bir asır önce Sieur du Ryer
tarafından yapılan Fransızca çevirisini kullanarak Kur’ân’ı
İngilizce’ye ilk defa 1649’da tercüme eder. İngiltere’ye kahvenin
girişiyle aynı yıllara tevafuk eden bu çeviri bazı İngiliz yazarların
Kur’ân’ın İngilizce çevirisinin basılışı ile kahve tüketiminin artışı
arasında bir ilişki kurmaya sevk eder.
Oldukça yanlı ve yanlış
bilgilerle dolu bu çeviri de İngiltere’de kuşkuyla karşılanmış ve
kahveden kaçınılması gerektiği gibi bu tercümeden de kaçınılması ısrarla
vurgulanmıştır. Bugün anlamakta güçlük çektiğimiz bu halet-i ruhiyenin
altında yatan temel düşünce ise bir taraftan kahve gibi bir iksir, diğer
taraftan Kur’ân gibi bir kitapla Türklerin topyekün İngiltere’yi
İslâmlaştırmaya çalıştığı inancıdır. Bu sebeple İngiliz toplumunun
birbirleriyle bağlarını çözdüğüne inanılan Kur’ân ve kahveden uzak
durmaları sağlanmalıdır. Siyasi, edebi ve hukuki bütün vasıtaları
kullanan elit tabaka, İngiliz halkını Kur’ân ve kahvenin etkisinden
kurtarmaya çalışmışlardır.
Bu masum içeceğin Almanya’daki
hikayesi ise İngiltere’de algılanışından farklı değildir. Aydınlanma
dönemi yazarlarından Karl Gottlieb Hering (1766-1853) kilise korolarının
repertuarının yanı sıra okul kitaplarına da girmiş olan bir şarkı yazar
ve besteler. Şarkının adı Kaffeelied’dir (Kahve şarkısı). Bazı
değişiklikler geçiren şarkıda kahvenin çok içilmemesinin gerektiği, bu
Türk içkisinin çocuklar için olmadığı; sinirleri zayıflatıp, içenleri
rahatsızlaştıracağından dem vurulmaktadır. Şarkının sonunda
dinleyicilerden kahveyi bırakamayan Müslümanlar gibi olunmaması talep
edilmektedir. Açıkça yazar kendisinden bir buçuk asır önce İngiltere’de
yapılmaya çalışılan paranoyayı tekrarlamaktadır: Fazla kahve tüketimi,
içenleri Müslüman yapabilir; bu sebeple ondan sakınılmalıdır.
Bu
yazıda farklı bir kahve tarihçesi sunmaya çalıştık. Bugün hemen hemen
her kültür tarafından benimsenen ve zevkle içilen kahvenin arkasında
yatan gizemli tarihin tekrar hortlamamasını Yüce Yaratıcı’dan niyaz
ediyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder