nohut kahvesi özellilke 2. dünya savaşı sıralarında ülkemizde oldukça
yaygındı. Malum Türkiye'nin savaşa girebilme olzasılığına karşılık yurt
dışından hayati olmayan hiçbir malzeme getirilmiyordu. Bu sebeple Türk
halkı'da kahveden uzak kalmamak adına kendileri geliştirmişler Nohut
Kahvesini.
Yapılışı: Öncelikle Nohutlar haşlanır, daha sonra
kurutulur. Kurumuş olan nohutlar kahve gibi kavrulur. Daha sonra ise
harmada çekilerek aynı bildiğimiz kahve gibi pişirilir.
Ha
söylemeden geçmeyim o zamanlar şekerde sıkıntılı olduğu için kuru üzüm
kullanırlarmış olurda nohut kahvesi içerseniz şekerle değil kuru üzümle
için... Bence daha tarihi bir hava katar kahveye
Işıkeli köyünde Emin Kosa, 50 yıldır köyde kahvecilik yaptığını belirterek, "Kahvehanemde nohut kahvesi ilgi görüyor. Bu meslek dededen toruna kadar uzanıyor. Babamdan mesleği ben devraldım. Babam köy kurulduğundan beri nohut kahvesini yapıyordu. 9 yaşındayken babama yardım ederken nohut kahvesini yapmayı öğrendim. Biga dışından dahi köye gelip bu kahveden içmek isteyenler var. Bir fincan nohut kahvesini 75kuruşa satıyorum. Günde 20-30 tane nohut kahvesi içiliyor. 10 kilo nohudu ilk önce haşlıyorum sonra özel dolabında kavuruyorum ve değirmeninde dövüp Türk Kahvesi gibi kaynatıyorum" dedi.
Sobanın olmadığı günlerde, daha on yaşında bir çocukken ben.
Hatırlarım, dedemin tek göz odasında, bacanın içinde yanan ateşi. Şimdilerde şömine diyorlar. İçlerinde elektrikten odun görünümlü bir ateş yanıyor. Şömineler gerçek olsa da, ateşi sanal. Nerde dedemin meşe odunlarının yandığı bacası? Nerede o günler?
Amcam, odanın içinde yanacak meşe odunlarını, birer metre boyunda kesip dizerdi, bacanın içine. Üçayaklı sayacın altına çekilen kömürlerin üstünde, bir harannıda (tencere) günün yemeği pişerdi. Birde içi su dolu bir güğüm, sürekli kaynar dururdu. Geceleri bacada yanan ateşin alevi, aydınlatırdı odanın içini. Ara sırada bir parça yalamuk çırası atılırdı kömürlerin üstüne. Odanın içinde, yanan çıranın alevi oynaşırdı. Bazen bu alevin tavandaki oynaşmasını, bir film gibi izlerdik. Odanın, sadece baca olan kısmı ısınırdı. Bacanın etrafında oturanlar üşüdükçe, üşüyen yerlerini ateşe gösterirlerdi. Sırtını ısıtan, önünü dönerdi ateşe, kimisi de sırtını. İnsanın bir yanı yaz, bir yanı zemheri olurdu.
Dedem hep aynı yerinde otururdu. Altında, bilmem hangi bayramda kesilmiş, bir koçun pöstekisi bulunurdu. Dedem sert adamdı. Maşa ile sürekli ateşi karıştırır, eğer yaramazlık yaparsak bize maşayı sallardı. Bizde pusardık, bir köşeye. Dedemi ezberlemiştim. Her akşam ateşin başında, sırasıyla ne yapacağını bilirdim.
Dedemin, bir yayvan sepeti vardı. Oturdu mu köşesine, sepeti yanı başına çekerdi. Sepetin içinde, bir kahve değirmeni vardı, altın renginde. Tek bir fincanı vardı, kulpsuz bir fincandı bu. İki kişi olsalar, aynı anda kahve içemezlerdi. Başka fincan yoktu. Çok güzel birde cezvesi vardı dedemin. Cezvesi, bakırdandı ve çok güzel işlemeleri vardı. Sepetin içinde, nohut ve burçak bulunurdu, bezden yapılmış süzmelerin içinde. Hiç şeker görmedim sepetin içinde. Eğer şeker olsaydı, biz torunları bırakmazdık kesinlikle. Şekerleri yerdik, dedemin yanından da firar ederdik.
Dedem, burçak ya da nohutları, eski yağ tenekesinden yaptığı, bir tavada kavurur sonrada değirmende çekerdi. Cezveye soğuk su katıp, çektiği yanık nohut unundan iki kaşık katıp karıştırırdı ve ağır ağır kaynatırdı. Kahveyi fincana katınca, hemen tabakasını açıp İngiliz gazetesinden bir kâğıda tütün koyup bir cigara sarardı. Cigarasını maşa ile aldığı bir közle yakar, dumanını bacanın içindeki ateşe doğru üflerdi. Sonrada kahvesinde bir yudum çekerdi. Odanın içine, “hürrrrrpppp” diye bir ses yayılırdı. Bazen merak ederdik, dedemin içtiği kahveyi. Dedem;
“Çocuklar kahve içmez. Bu kapkara şeyi siz içmeyin. Sonra kapkara olursunuz” derdi. Bizde, dedemizin kapkara yüzüne bakıp, kahve içmemenin iyi olacağını düşünürdük. Sözde, dedem kahve içerdi. Bizler kahve denilen içeceğin, “nohuttan ya da burçaktan” yapıldığını sanırdık. Aslında, “yokluğun ve yoksulluğun” adıydı, dedemin içtiği kahvenin adı.
Daha sonra, Hicaz’a gidenler kahve getirmeye başladı bizim köye. Biz, kahvenin kokusunu çok duydukta, kara olmamak için, içmedik hiç.
*
Kahvenin ağacı varmış meğerse. Yani, “kahve ağacı.” Habeşistan'da keşfedilmiş kahve ağacı ve meyveleri. Ağacın bulunduğu yörenin adı verilmiş, bu keyif verici içeceğe. “Kaffa” yani “kahve.” 14. yüzyıldan itibaren, insanlar tiryakisi olmaya başlamışlar kahvenin. Dilimizde "kahve ye” dönüşmüş, bu isim. İnsanlara, kahve veya başka keyif verici içeceklerin sunulduğu mekânlara da, “kahvehane, kıraathane…” gibi isimler verilmiş. Bizden Avrupa'ya firar eden ya da kaçırılan kahvenin adı “café, caffe, koffie, coffee, koffie, Kaffe” gibi isimlere dönüşmüş. (Alıntı) Avrupalaşmış kahve. Şimdilerde ülkemizde, bol bol “cafeler” yok mu? Kahve isim değiştirmiş, aramızda dolaşıyor. Başına birde “Nes” eklemişler. Köylerde bile seksen yaşındaki dedem;
“Kahveci bir nes, sütlü olsun” diye bağırıyor.
*
Nereye gitti, bizim “Türk Kahvesi?”
Yunanistan’a gidip geldiğini biliyorum. Bazen Yunanlılar, nüfuslarına geçirmek istiyorlar. Geçirseler ne olacak, yüzüne bakınca “Türk” olduğu belli oluyor.
Bizim ülkemizde kahve yetişmiyor. Biz nereden, nasıl böyle bir marka yarattık? Nedir bu “Türk Kahvesi?”
Bir kere, Türkiye’de yetiştirilen bir kahvenin adı değil bu.
Biz Türkler, zaman içinde kahve pişirmeyi ve içmeyi bir kültüre dönüştürmüşüz. Kahve kavurma, öğütme ve pişirme yöntemleriyle, farklı bir duruma getirmişiz her şeyi. Böylece, kahvenin keyif verici özelliği, tam olarak ortaya çıkmış. Bizim kahvemizi içen, keyiften mayışmış kalmış, huzur bulmuş. Böylece, “Türk kahvesi” diye bir marka oluşmuş. Sonrada hatırlı bir içecek olarak, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” demişiz. Sonra da; “Bir fincan kahve olsan, kırk yıl hatırı vardır” diye şarkı yapmışız. “Meşenin kütüklüsü/Kahvenin köpüklüsü” diye türküler bile yakmışız. Kimseyi hatırdan gönülden çıkarmamak için, kahve içiyoruz içiriyoruz. Dedem, nohut kahvesinden kapkara olmuştu, bize şimdilerde bir şey olmuyor.
Pişirilen kahvenin sunumu ve içilmesi de bir kültürdür. Şimdilerde ayakta beslenen bir neslin “Türk Kahvesi”nin” yanında, ne kadar hatırı vardır bilmiyorum.
Unutmadan, kahveyi içtikten sonra bir de “kahve falı” diye bir şey ortaya çıkmış ki, ”kahve falına” bakan uzmanlar olduğu gibi, fala bakmanın kuralları da var.
*
Bakın, kahve ile ilgili temel bilgiler veren bir yazıda kahve nasıl pişirilirmiş.
“Tiryakiye yakışır bir kahve ağır ateşte 15-20 dakika pişirilmeli, cezve sık sık ateşe sürülüp geri çekilmelidir. Eskiden böyleydi. Her fincan kahve için bir kaşık kahve ve bir kaşık şeker günümüzde kural haline gelmiştir. Nasıl pişirilirse pişirilsin köpüksüz bir Türk kahvesi düşünülemez. Eski Türk kahvesi ise genellikle şekersiz olurdu. Bunun yerine kahve öncesinde veya sonrasında tatlı bir şey yemek veya içmek geleneği vardı. Tatlı olarak şerbet gibi içecekler alındığı gibi reçel, şekerleme veya lokum da yenirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisindeki Yunanistan, Makedonya, Yugoslavya gibi yerlerde ve Türkiye’de kadınlar tarafından Türk kahvesi genellikle şekerli olarak alınırdı. Bu bakımdan sade, yandan çarklı, orta... Gibi isimlerle kırkı aşkın kahve pişirme şekli bulunmaktadır. Şayet kahvenin değişik ve güzel bir koku taşıması isteniyorsa fincanların dibine yerleştirilen bir mahfaza içine kokulu maddeden bir parça konulurdu. En çok yasemin, amber, karanfil ve kakula kullanılırdı.” (Alıntıdır)
Eskiden böyleymiş. Şimdilerde “kumda kahve, dibek kahvesi…” gibi isimlerlere kahve satmaya çalışanlar var. Gelenek görenek hak getire. Her şey “reklam ve pazarlama” meselesi. Fincanın içine bakmak lazım!
*
Kahvenin yanında birde su getirilir. Çoğunlukla da bardak yarım olur. Getirilen suyun bir anlamı varmış. Hikâye şöyle;
“Osmanlı zamanında eve misafir geldiğinde kahveyle birlikte su getirilirmiş. Misafir toksa kahveyi alırmış, açsa suyu. Misafir suyu içerse, hemen sofra kurulurmuş. Böylece çok ince bir hareketle misafirin, aç mı tok mu olduğu anlaşılırmış.?”
Bir de kız isteme de, istenen kızın yaptığı kahve var. Kahve tatlıysa kızın gönlü var. Kahve tuzluysa, yallah başka kapıya. Ben uydurdum bu hikâyeyi. Doğrusu şöyle.
Kız istemede çok yerde, damadın kahvesi tuzlu yapılırmış. Eğer damat hiç sesini çıkarmadan sabırla, bu kahveyi içip bitirirse, “kötü günde de senin yanında olacağım, seni her halinle kabul edeceğim, senin elinden zehir olsa içeceğim” anlamları taşırmış. Deneyen var mı bilmiyorum. Bu olay da biz Türklerin mizahi bir yaklaşımı olsa gerek. Ya damat; ”köprüyü geçene kadar…” diyerek kahveyi içerse, sonrada gerçek niyetini ortaya koyarsa ne olacak?
*
Türk Kahvesi; Bizim, yani Türk kültürüne özgü bir kahve pişirme ve sunum şeklidir. Bütün Dünya, ”Türk kahvesinin” güzelliğini kabul etmiştir.
Kahvenin ham maddesi dışarıdan gelir, bizde hayat bulur.
Birde, Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde, bilhassa Urfa Yöresi’nde geçerli bir kahve var.
“Mırra” derler adına. “Acı” anlamına gelirmiş. Yani “acı kahve” oluyor. Urfa’nın Aşkale İlçe’sinin bir köyünde karşılaştım ilk defa. Yörenin geleneklerini ve misafirperverliğini yansıtır. Tek bir fincan kullanılır. Pişirilen kahve birer yudum olacak şekilde, aynı fincanla servis edilir. Bir defada içilir. Kulpsuz fincana ilk dökülen kahveyi, pişiren yani ev sahibi içer.
“Mırra” yapmanın örf ve adetlere dayalı anlamları da var. Kuralları uygulamayan birisine farklı uygulamalar yapılabilirmiş.
*
Dünya’da çeşitli ülkelerin geliştirdikleri kahve pişirme yöntemleri de var. Hiç birisi “Türk Kahvesi” kadar ön plana çıkmamış.
Günümüzde, farklı kahve markalarının sarmalı altında olsak ta, bir kocaman hantal bardağa doldurduğumuz sıcak suyun içine, birkaç çeşit maddeyi karıştırsak ta, ”ikisi, üçü bir arada” deyip deyip, içsekte…
“Türk Kahvesi’nin” değerini, bilenler bilir.
Türk Kahvesi’nin tadına varan, hayatın başka güzelliklerini de tanır.
Dünya’nın her bir yerinde kahve pişirirler. Ancak bizim gibi bir kültür oluşturamazlar. Bir türkünün içindeki ince ruhla, türküler de söyleyemezler.
“Kahveciler kahve koyar fincana
Dudakları benzer leyl-i mencana”
“Kahve bişdiği yerde
Telve daşdığı yerde
Güzel çirkin aranmaz
Gönül düşdüğü yerde”
İster nohut, ister burçak, isterse Yemen Kahvesi olsun.
Bir fincan kahveyle, gönlümüz herkesin gönlünde…
…
Hatırlarım, dedemin tek göz odasında, bacanın içinde yanan ateşi. Şimdilerde şömine diyorlar. İçlerinde elektrikten odun görünümlü bir ateş yanıyor. Şömineler gerçek olsa da, ateşi sanal. Nerde dedemin meşe odunlarının yandığı bacası? Nerede o günler?
Amcam, odanın içinde yanacak meşe odunlarını, birer metre boyunda kesip dizerdi, bacanın içine. Üçayaklı sayacın altına çekilen kömürlerin üstünde, bir harannıda (tencere) günün yemeği pişerdi. Birde içi su dolu bir güğüm, sürekli kaynar dururdu. Geceleri bacada yanan ateşin alevi, aydınlatırdı odanın içini. Ara sırada bir parça yalamuk çırası atılırdı kömürlerin üstüne. Odanın içinde, yanan çıranın alevi oynaşırdı. Bazen bu alevin tavandaki oynaşmasını, bir film gibi izlerdik. Odanın, sadece baca olan kısmı ısınırdı. Bacanın etrafında oturanlar üşüdükçe, üşüyen yerlerini ateşe gösterirlerdi. Sırtını ısıtan, önünü dönerdi ateşe, kimisi de sırtını. İnsanın bir yanı yaz, bir yanı zemheri olurdu.
Dedem hep aynı yerinde otururdu. Altında, bilmem hangi bayramda kesilmiş, bir koçun pöstekisi bulunurdu. Dedem sert adamdı. Maşa ile sürekli ateşi karıştırır, eğer yaramazlık yaparsak bize maşayı sallardı. Bizde pusardık, bir köşeye. Dedemi ezberlemiştim. Her akşam ateşin başında, sırasıyla ne yapacağını bilirdim.
Dedemin, bir yayvan sepeti vardı. Oturdu mu köşesine, sepeti yanı başına çekerdi. Sepetin içinde, bir kahve değirmeni vardı, altın renginde. Tek bir fincanı vardı, kulpsuz bir fincandı bu. İki kişi olsalar, aynı anda kahve içemezlerdi. Başka fincan yoktu. Çok güzel birde cezvesi vardı dedemin. Cezvesi, bakırdandı ve çok güzel işlemeleri vardı. Sepetin içinde, nohut ve burçak bulunurdu, bezden yapılmış süzmelerin içinde. Hiç şeker görmedim sepetin içinde. Eğer şeker olsaydı, biz torunları bırakmazdık kesinlikle. Şekerleri yerdik, dedemin yanından da firar ederdik.
Dedem, burçak ya da nohutları, eski yağ tenekesinden yaptığı, bir tavada kavurur sonrada değirmende çekerdi. Cezveye soğuk su katıp, çektiği yanık nohut unundan iki kaşık katıp karıştırırdı ve ağır ağır kaynatırdı. Kahveyi fincana katınca, hemen tabakasını açıp İngiliz gazetesinden bir kâğıda tütün koyup bir cigara sarardı. Cigarasını maşa ile aldığı bir közle yakar, dumanını bacanın içindeki ateşe doğru üflerdi. Sonrada kahvesinde bir yudum çekerdi. Odanın içine, “hürrrrrpppp” diye bir ses yayılırdı. Bazen merak ederdik, dedemin içtiği kahveyi. Dedem;
“Çocuklar kahve içmez. Bu kapkara şeyi siz içmeyin. Sonra kapkara olursunuz” derdi. Bizde, dedemizin kapkara yüzüne bakıp, kahve içmemenin iyi olacağını düşünürdük. Sözde, dedem kahve içerdi. Bizler kahve denilen içeceğin, “nohuttan ya da burçaktan” yapıldığını sanırdık. Aslında, “yokluğun ve yoksulluğun” adıydı, dedemin içtiği kahvenin adı.
Daha sonra, Hicaz’a gidenler kahve getirmeye başladı bizim köye. Biz, kahvenin kokusunu çok duydukta, kara olmamak için, içmedik hiç.
*
Kahvenin ağacı varmış meğerse. Yani, “kahve ağacı.” Habeşistan'da keşfedilmiş kahve ağacı ve meyveleri. Ağacın bulunduğu yörenin adı verilmiş, bu keyif verici içeceğe. “Kaffa” yani “kahve.” 14. yüzyıldan itibaren, insanlar tiryakisi olmaya başlamışlar kahvenin. Dilimizde "kahve ye” dönüşmüş, bu isim. İnsanlara, kahve veya başka keyif verici içeceklerin sunulduğu mekânlara da, “kahvehane, kıraathane…” gibi isimler verilmiş. Bizden Avrupa'ya firar eden ya da kaçırılan kahvenin adı “café, caffe, koffie, coffee, koffie, Kaffe” gibi isimlere dönüşmüş. (Alıntı) Avrupalaşmış kahve. Şimdilerde ülkemizde, bol bol “cafeler” yok mu? Kahve isim değiştirmiş, aramızda dolaşıyor. Başına birde “Nes” eklemişler. Köylerde bile seksen yaşındaki dedem;
“Kahveci bir nes, sütlü olsun” diye bağırıyor.
*
Nereye gitti, bizim “Türk Kahvesi?”
Yunanistan’a gidip geldiğini biliyorum. Bazen Yunanlılar, nüfuslarına geçirmek istiyorlar. Geçirseler ne olacak, yüzüne bakınca “Türk” olduğu belli oluyor.
Bizim ülkemizde kahve yetişmiyor. Biz nereden, nasıl böyle bir marka yarattık? Nedir bu “Türk Kahvesi?”
Bir kere, Türkiye’de yetiştirilen bir kahvenin adı değil bu.
Biz Türkler, zaman içinde kahve pişirmeyi ve içmeyi bir kültüre dönüştürmüşüz. Kahve kavurma, öğütme ve pişirme yöntemleriyle, farklı bir duruma getirmişiz her şeyi. Böylece, kahvenin keyif verici özelliği, tam olarak ortaya çıkmış. Bizim kahvemizi içen, keyiften mayışmış kalmış, huzur bulmuş. Böylece, “Türk kahvesi” diye bir marka oluşmuş. Sonrada hatırlı bir içecek olarak, “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” demişiz. Sonra da; “Bir fincan kahve olsan, kırk yıl hatırı vardır” diye şarkı yapmışız. “Meşenin kütüklüsü/Kahvenin köpüklüsü” diye türküler bile yakmışız. Kimseyi hatırdan gönülden çıkarmamak için, kahve içiyoruz içiriyoruz. Dedem, nohut kahvesinden kapkara olmuştu, bize şimdilerde bir şey olmuyor.
Pişirilen kahvenin sunumu ve içilmesi de bir kültürdür. Şimdilerde ayakta beslenen bir neslin “Türk Kahvesi”nin” yanında, ne kadar hatırı vardır bilmiyorum.
Unutmadan, kahveyi içtikten sonra bir de “kahve falı” diye bir şey ortaya çıkmış ki, ”kahve falına” bakan uzmanlar olduğu gibi, fala bakmanın kuralları da var.
*
Bakın, kahve ile ilgili temel bilgiler veren bir yazıda kahve nasıl pişirilirmiş.
“Tiryakiye yakışır bir kahve ağır ateşte 15-20 dakika pişirilmeli, cezve sık sık ateşe sürülüp geri çekilmelidir. Eskiden böyleydi. Her fincan kahve için bir kaşık kahve ve bir kaşık şeker günümüzde kural haline gelmiştir. Nasıl pişirilirse pişirilsin köpüksüz bir Türk kahvesi düşünülemez. Eski Türk kahvesi ise genellikle şekersiz olurdu. Bunun yerine kahve öncesinde veya sonrasında tatlı bir şey yemek veya içmek geleneği vardı. Tatlı olarak şerbet gibi içecekler alındığı gibi reçel, şekerleme veya lokum da yenirdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisindeki Yunanistan, Makedonya, Yugoslavya gibi yerlerde ve Türkiye’de kadınlar tarafından Türk kahvesi genellikle şekerli olarak alınırdı. Bu bakımdan sade, yandan çarklı, orta... Gibi isimlerle kırkı aşkın kahve pişirme şekli bulunmaktadır. Şayet kahvenin değişik ve güzel bir koku taşıması isteniyorsa fincanların dibine yerleştirilen bir mahfaza içine kokulu maddeden bir parça konulurdu. En çok yasemin, amber, karanfil ve kakula kullanılırdı.” (Alıntıdır)
Eskiden böyleymiş. Şimdilerde “kumda kahve, dibek kahvesi…” gibi isimlerlere kahve satmaya çalışanlar var. Gelenek görenek hak getire. Her şey “reklam ve pazarlama” meselesi. Fincanın içine bakmak lazım!
*
Kahvenin yanında birde su getirilir. Çoğunlukla da bardak yarım olur. Getirilen suyun bir anlamı varmış. Hikâye şöyle;
“Osmanlı zamanında eve misafir geldiğinde kahveyle birlikte su getirilirmiş. Misafir toksa kahveyi alırmış, açsa suyu. Misafir suyu içerse, hemen sofra kurulurmuş. Böylece çok ince bir hareketle misafirin, aç mı tok mu olduğu anlaşılırmış.?”
Bir de kız isteme de, istenen kızın yaptığı kahve var. Kahve tatlıysa kızın gönlü var. Kahve tuzluysa, yallah başka kapıya. Ben uydurdum bu hikâyeyi. Doğrusu şöyle.
Kız istemede çok yerde, damadın kahvesi tuzlu yapılırmış. Eğer damat hiç sesini çıkarmadan sabırla, bu kahveyi içip bitirirse, “kötü günde de senin yanında olacağım, seni her halinle kabul edeceğim, senin elinden zehir olsa içeceğim” anlamları taşırmış. Deneyen var mı bilmiyorum. Bu olay da biz Türklerin mizahi bir yaklaşımı olsa gerek. Ya damat; ”köprüyü geçene kadar…” diyerek kahveyi içerse, sonrada gerçek niyetini ortaya koyarsa ne olacak?
*
Türk Kahvesi; Bizim, yani Türk kültürüne özgü bir kahve pişirme ve sunum şeklidir. Bütün Dünya, ”Türk kahvesinin” güzelliğini kabul etmiştir.
Kahvenin ham maddesi dışarıdan gelir, bizde hayat bulur.
Birde, Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde, bilhassa Urfa Yöresi’nde geçerli bir kahve var.
“Mırra” derler adına. “Acı” anlamına gelirmiş. Yani “acı kahve” oluyor. Urfa’nın Aşkale İlçe’sinin bir köyünde karşılaştım ilk defa. Yörenin geleneklerini ve misafirperverliğini yansıtır. Tek bir fincan kullanılır. Pişirilen kahve birer yudum olacak şekilde, aynı fincanla servis edilir. Bir defada içilir. Kulpsuz fincana ilk dökülen kahveyi, pişiren yani ev sahibi içer.
“Mırra” yapmanın örf ve adetlere dayalı anlamları da var. Kuralları uygulamayan birisine farklı uygulamalar yapılabilirmiş.
*
Dünya’da çeşitli ülkelerin geliştirdikleri kahve pişirme yöntemleri de var. Hiç birisi “Türk Kahvesi” kadar ön plana çıkmamış.
Günümüzde, farklı kahve markalarının sarmalı altında olsak ta, bir kocaman hantal bardağa doldurduğumuz sıcak suyun içine, birkaç çeşit maddeyi karıştırsak ta, ”ikisi, üçü bir arada” deyip deyip, içsekte…
“Türk Kahvesi’nin” değerini, bilenler bilir.
Türk Kahvesi’nin tadına varan, hayatın başka güzelliklerini de tanır.
Dünya’nın her bir yerinde kahve pişirirler. Ancak bizim gibi bir kültür oluşturamazlar. Bir türkünün içindeki ince ruhla, türküler de söyleyemezler.
“Kahveciler kahve koyar fincana
Dudakları benzer leyl-i mencana”
“Kahve bişdiği yerde
Telve daşdığı yerde
Güzel çirkin aranmaz
Gönül düşdüğü yerde”
İster nohut, ister burçak, isterse Yemen Kahvesi olsun.
Bir fincan kahveyle, gönlümüz herkesin gönlünde…
…
Patentli Burçak Kahvesini de denemelisiniz.. %100 Türk Malı hem de doğal.. Türkiye'de ve Dünya'da İLK ve TEK. Konya'da üretiliyor. Faydaları saymakla bitmiyor..
YanıtlaSilhttps://www.youtube.com/watch?v=qPbyNHnuOXI