Kahve nedir ve nereden gelir, nereye gider?
Avrupa dillerindeki “cafe”nin türetildiği, Latince “coffea”nın Güney Habeşistan’da başlıca kahve üretim merkezi “Kaffa”dan geldiği ve dolayısıyla Afrika’daki bu yüksek yayla bölgesinin kahvenin anavatanı olabileceği düşünülmektedir. Bu görüşe göre, kahve hamur şekline getirilerek yenildiği Habeşistan’dan Yemen’e getirilmiş ve sonradan burada yetiştirilmiştir. Arapça “kahva” kelimesinin de “Kaffa”nın değişime uğramış şekli olduğu ileri sürülmüştür. Kahveyi ilk keşfeden Şazeli tarikatının kurucusu Ebu’l Hassan Şazeli’dir (ö. 1260). Kâtip Çelebi’nin rivayetine göre Şeyh Şazeli, 1258’de hacca giderken yolda müridi Şeyh Ahmed ile sohbete daldıkları sırada kendisine verilen kahve çekirdeklerini kaynatarak içmiştir. Bundan dolayı Şeyh Şazeli, kahveci esnafı tarafından “pîr” kabul edilir. Bu kabule bağlı olarak Osmanlı’nın son dönemlerine kadar İstanbul’un kurukahveci esnafı “Ya Hazreti Şeyh Şazeli” levhalarını dükkânlarından eksik etmemişlerdir.
Önce Habeşistan ve Yemen’de, ardından Mekke’de ve Kahire’de tanınan kahve, Solakzâde’ye göre Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) Mısır seferini takip eden yıllarda Müslüman tüccarlar tarafından -Yemen, Cidde, Kahire ve İskenderiye’den geçerek- İstanbul’a getirilmiştir. Gündelik hayatta tanınması ve yaygınlaşması ise Kanuni Sultan Süleyman devrinde (1520-1566) olmuştur. Türk elçileri Süleyman Ağa tarafından Parislilere, Mehmet Ağa tarafından Viyanalılara tanıtılan kahve zamanla bütün orta Avrupa’ya yayılmıştır.
Kahve, XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli bir ticaret kalemi olup vergiye bağlanmıştır. Ticareti XVIII. yüzyılın sonlarına kadar iltizam usulüne göre yapılmıştır. Lüks tüketim maddesi olarak kabul edilmesi kahve ile ilgili ek vergilerin konulmasına ve kahvenin fiyatının artmasına neden olmuştur. Kahve ilk olarak Türk elçileri tarafından Avrupa’ya tanıtılmış olsa da XVIII. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı’nın kahve ihtiyacının çoğu Amerikan adalarından Avrupalılar eliyle karşılanmıştır. İstanbul’a çekirdek halinde gelen kahve, Eminönü’nde tahmislerde kavrulduktan sonra Yeniçeri teşkilatına bağlı Tahmis Ocağı tarafından denetlenerek dibeklerde öğütüldükten sonra perakendeci esnafa satılmıştır.
Kahve, Kahvehane Yasakları
Kahve, XVI. yüzyıldan itibaren dönem dönem farklı gerekçelerle yasaklara maruz kalmıştır. Yasaklar sadece İstanbul’da ve İslâm dinine bağlanan gerekçelerle olmamıştır. Mekke’de de İngiltere’de de kahve, yasaklara maruz kalmıştır. Baş döndürücü etkisi, bedene zarar veriyor olması gibi nedenler de kahveyi yasak saymakta öne sürülmüştür. Yahudilerin önde gelen cemaat liderlerinin işlettiği kahvehanelerin ışıkları Cumartesi günleri açılmazdı, bu günde kahve servisi yapılmazdı ve oyun oynanması yasaklanırdı.
Osmanlı’da kahve ile ilgili ilk yasak Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye aittir. Kömür derecesinde kavrulan maddelerin tüketilmesinin İslamiyet’e aykırı olduğu gerekçesiyle kahve haram sayılmıştır, verilen fetva üzerine İstanbul’a kahve getiren gemiler, dipleri delinerek batırılmıştır. II. Selim (1566-1574), III. Murad (1574-1595) ve I. Ahmed (1603-1617) dönemlerinde uygulanan yasaklar ise kısa süreli ve etkisiz olmuştur. IV. Murad’ın (1623-1640) uyguladığı yasak, 1633 Cibali yangını bahanesine bağlanmıştır. Bu yasağın arka planında yönetim aleyhtarı düşünce ve hareketlerin çoğunlukla kahvehanelerde şekilleniyor olması da vardır. Kahvehaneye olan rağbet, bu mekânların cami ve mescitlere devamı engellediği gerekçesiyle şikâyet konusu olagelmiştir. Ulema ise kahvehanelerin kötülük yeri diye tanımlayarak, buralara gitmektense meyhaneye gitmenin daha iyi olduğunu söylemiştir. Kahvehanelere “şarapsız meyhaneler” denilmesi de, buraların “tanrısız tapınaklar” diye isimlendirilmesi de bu gibi nedenlere bağlanmış olsa gerektir.
XVII. yüzyıl sonlarından itibaren kahve her türlü yasaktan arınmış ve kahvehaneler de resmi kurumlarla sivillerin barışına sahne olmuştur. Sultan Abdülaziz devrinde ( 1861-1876) ve özellikle Sultan II. Abdülhamid devrinde ( 1876-1909 ) kahvehaneler altın çağlarını yaşamışlardır. Basın başta olmak üzere pek çok yasak uygulamada iken kahvehaneler bundan ayrı tutulmuştur. Bazı sultanlar kılık değiştirerek ya da hafiyelerini kahvehanelere göndererek kendisini evinden daha serbest hissettiği mekânlarda halkın siyasî, sosyal ve ekonomik durumunu gözlemlemiş, yönetime karşı nabzının tutulması siyaseti gütmüşlerdir.
Kahvehane Mimarisi
Klasik planlı bir kahveye önce orta meydanı olarak da isimlendirilen kare planlı bir avludan girilirdi. Çoğunlukla bu mekânın üç ya da dört tarafı bir metreye yakın oturma yerleriyle çevrelenmişti. Kimi zaman ise ayakkabıların çıkarılacağı bir kunduralık bölümünü de içerirdi. Esas ana mekân, bu giriş mekânından 20 - 30cm yükseklikte bir tabana sahipti. Bu mekân da kimi zaman çepeçevre 30cm yüksekliğinde oturma yerleriyle çevriliydi ve ortasında tüm mekâna hâkim olan bir şadırvan ya da ona benzer bir havuz içeriyordu. Bazı kahvehanelerde yere gömülü su küpleri de olurdu. Ocağın bulunduğu köşenin karşısında ise merdivenle çıkılan, etrafı parmaklıkla çevrilmiş 20-25 kişinin sığabileceği kerevetli baş sedir bulunurdu. Buna sedirlik adı da veriliyordu. Tiryakilerin yeri ise baş sedirin yakınında, önünde bir post ve ayrıca bir saat bulunan yerde idi. Kahvenin en hâkim yerinde alçıdan yapılmış, yaşmaklı ocak bulunurdu. Ocağın her iki tarafında da içinde fincanların, zarfların ve diğer kahve takımlarının yer aldığı üç-dört gözlü raflar yer alırdı. Bunları da delik denirdi. Bu rafların biraz uzağında sıra sıra çubukların saklandığı dolaplar ve ayrıca tütün ocakları da bulunurdu. Kahvenin bu konumu köy odaları ya da birlikte eğlenme, sohbet etme mekânlarıyla da büyük benzerlikler taşımaktaydı. Duvarlara dekor olarak çeşitli hat levhaları, efsane ve destanların simge resimleri, Hacı Bektaş-ı Veli ya da Hz. Ali’nin ile ilgili resimler asılırdı. Tavan ve duvarların, kepenk ve sayvanların nakışları görülmeye değerdi, geniş pencerelerde şehrin en güzel manzaraları asılı olurdu, havuzlu ve fıskiyeli peykeli duvarlara kehribar ağızlıklı, Kiraz’dan ya da Yasemin ağacından, pelesenkten, fildişinden veya gül ağacından yapılan çubuklar dizilirdi.
Hemen her kahvehanede bulunan levhalar vardı.
Mâdem ki gelmişiz köhne cihâne
Derdimizi çeksin şu virân hâne
Gönül ne kahve ister ne kahvehâne
Gönül ahbap ister kahve bahâne
Şeklinde düzenlenmiş ve şairi meçhul dörtlüğün son iki dizesi bu levhaları süslerdi, ya da
Ehl-i keyfe kahve verse tazeler
Ehl-i keyfin keyfini yelpazeler
mısraları.
Kahvehanelerin Ayrışması
XVI. yüzyılın ikinci yarısında Halep’ten Hakem ve Şam’dan Şems adında iki kişinin Tahtakale’de birer kahvehane açmalarıyla başlayan süreç, günden güne gelişmiş, sivil örgütlenmeler halinde mahalle kahvehanelerini ortaya çıkarırken askeri örgütlenmeler yeniçeri kahvehaneleriyle boy göstermiştir. Yeniçeri kahvehaneleri zamanla yerini tulumbacılara bırakmıştır. Kahvehanelerin ayrışması, mekânına, sosyal fonksiyonuna, devam edilen zamana, müşterisine göre şekillenmekte devam etmiş, İstanbul’da sahilde ya da manzaraya hâkim yerlerle kurulan yazlık kır kahvehaneleriyle aynı grupta sayılabilecek seyyar kahvehaneler, kışlık kahvehaneler, yatılı kahvehaneler, Tatar, Arnavut, Boşnak kahvehaneleri oluşmuştur. Âşık kahvehaneleri, Meddah kahvehaneleri, esrar kahvehaneleri, semaî kahvehaneleri (çalgılı kahvehaneler), beyler kahvesi, aşçılar kahvesi, dominocular kahvehanesi, kumar kahveleri, damacı kahveleri, kuş-baz kahveleri, balıkçı, köçek, hayalci, horozcu pehlivan, defineci, sandalcı ve balıkçı kahveleri ya da uşaklar kahvesi gibi adlarla anılan meslek grubuna, merak ve tutkulara bağlı çeşitlenmelere uğramıştır. Bunca farklılığa rağmen neredeyse değişmez bir özellik olarak kahvehaneler erkek egemen karakterini korumuş, yalnızca erkek sosyalliğinin çekim merkezi olmuştur. Kadınlara da ‘kadınlar kahvehanesi’ diye anılan hamamlar kalmıştır.
Mahalle kahvehaneleri XVI. yüzyıldan itibaren ortaya çıkarak tarihsel sürekliliğiyle, mekân ve kültür bakımından yaygınlığıyla gündelik hayattaki etkisi ve dışa dönük sosyokültürel yapılanmasıyla mahallelinin şehir hayatına doğrudan dâhil olabilmeleri demektir. Mahalle kahvehanesi cami teşkilatına bağlı mekânlardan bağımsız olarak sokak kültürünü tanımaya yol açmıştır. Mahalle kahvehanesi aynı zamanda idari karar merkezi olagelmiştir. Mahalleli, günlük sohbetlerinin dışında mahalle ve mahalleli ile ilgili sorunları kahvehanelerinde görüşmüş ve karara bağlamıştır.
Mahalle kahvehanelerinin bazıları “encümen-i zurefâ” denilebilecek mekânlar olmuştur. Atmeydanı’ında bulunan Cerrah Ârif Usta’nın idaresindeki mahalle kahvesi bunun en güzel örneklerindendir. Ârif Usta örneğiyle başlayıp bitmemektedir kahvehanelerin cerrahi macerası. Kahvehanelerin duvarlarındaki ufak dolaplarda kahve takımlarından başka türlü türlü cerrahiye aleti bulunurdu. Usturalar, havlu ve peşkirler de. Çünkü Türk kahvelerinin pek çoğu aynı zamanda berber dükkânıdır, kahveci aynı zamanda dişçidir, sünnetçidir, adamakıllı cerrahtır. Kahveyle karıştırılmış limon suyunu, sülük çektikten sonra kanayan yere koyan kahvecidir. Kellik, uyuz ve benzeri cilt hastalıkları için merhemler, tertipler yapıp satarak bir anlamda sağlık merkezi hizmeti veren de.
Esnaf kahvehanelerinin çoğunluğu Haliç kıyısında Eminönü – Ayvansaray arasında bulunurdu. Müşterilerinin ekserisi taşımacılık ve inşaat işinde çalışanlardı. Hamalların, kayıkçıların yanında duvarcı ustaları, mezar taşı yontucuları, ırgatlar ve seyyar esnaftan oluşan alt gelir grubuna dâhil müşterisi olanların dışında bir de Beyazıt ve Aksaray bölgesinde, İstanbul’un ilk ticaret büroları denilebilecek, kahvehaneler vardı ki bu esnaf kahvehaneleri Kapalıçarşı ile organik ilişki içindeydiler, orta ve üst tabakaya hizmet verirlerdi.
Âşık kahvehaneleri, Âşık edebiyatı tarzının şekillendiği mekânlar olmuştur. Âşık edebiyatı XVI. Yüzyılın sonlarından itibaren daha çok din dışı karakteriyle ozan-baksı ve özellikle Yeniçeri Ocağının kuruluşuyla “ordu şâiri” olarak ön plana çıkan Bektaşi tarikatı mensupları ve tekke mensuplarının etkisiyle şekillenerek, ama bu geleneklerden bütünüyle bağını kesmeksizin zamanla kendi tarzını oluşturmuştur. “Kahvehane şâiri” olarak anılmaları âşıklar için kahvehanelerin ne derecede önemli bir merkez olduğunu gösterir. Divan edebiyatı şâirleri ve tekke mensubu şâirlerle temasları şiirlerin biçim, muhteva, üslup ve icra bakımından karşılıklı olarak değişiminde etkili olmuştur. Önceleri Tahtakale’de iken Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla kahvehaneler Tavuk Pazarı’na nakledilmiştir. Âşıklar, kahvehane odaklı olarak bir cemiyet halinde, sistematik ve disiplinli bir yapı içinde olmuşlardır. “Reis-i âşıkan” adıyla âşıkların bir başkanı vardı ve hükümetten resmen maaş alırdı. Sultan II. Mahmud ( 1808-1839 ), Abdülmecid ( 1839 - 1861 ) ve Abdülaziz devrinde ( 1861-1876) saraydan tahsisat alan 20-30 âşık mevcut imiş. 1834’ten 1861 kadar Âşık Hüseyin Tavukpazarı’ndaki âşıklara reislik yapmıştır, Beşiktaşlı Gedaî de Sultan Abdülaziz’in huzurunda icra edilen âşık fasıllarında reislik yapmıştır. İstanbul’da bulunan ya da Anadolu’dan gelmiş şâirlerin bir anlamda ustalıklarının sınandığı yerler haline gelen kahvehanelerde düzenli musiki fasılları gerçekleştirilirdi. Daha çok eğlendirme fonksiyonuyla dikkat çeken çalgılı kahvehanelerde de âşıkların “usta malı” eserleri hürmet gösterilerek icra edilirdi.
Yeniçeri kahvehaneleri, XVII. yüzyıldan itibaren gündelik hayata girmiştir. Yeniçerilerin evlenmelerine izin verilmesi, kışla dışı hayata dâhil olmalarına meydan vermiştir. Oldukça gösterişli “Nişan alayı” yapılarak açılan kahvehane sayesinde esnaflaşarak kendi sistem ve kurallarını burada işleten ocak mensupları -ki her yeniçeri kahvehane açamaz, bunlar çoğunlukla yeniçeri zorbalarıdır- Boğaziçi sahillerini mekân tutmuşlar, kahvehanelerin kapısına bağlı bulundukları yeniçeri ortasının gemi, kılıç, balık gibi nişanlarını asmışlardır. Yeni açılan kahvehaneye uğur bilinip maskot sayıldığından hediye olarak kanarya getirmek adetti ve Yeniçeri kahvehanelerinde onlarca kafes kanarya bulunduğu olurdu.
Yeniçerilerin Bektaşilik tarikatıyla organik ilişkileri, genellikle sur dışında yapılanmış olan tekkelerle sınırlı hareket alanına sahip Bektaşiler için kahvehanelerin özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren adeta tekke gibi faaliyet göstermesine kadar varmıştır. 1826’da II. Mahmud (1808-1839) tarafından yeniçeri ocağı kaldırılıncaya kadar bu kahvehaneler “devlet sohbeti” diye anılan siyasi tartışmaların ocağı, muhalif kültürün şekillendirilmesinin odağı, toplumsal öfkenin yansıtılmasının, saraya karşı ayaklanmaların merkez mekânı olmuştur. Uzak memleketlerden dönenlerin, garip sergüzeştlerle dolu hikâyeleri, seferden yeni dönmüş yeniçeri ve sipahilerin Kanice veya Uyvar muharebelerinin bizzat şahit oldukları safhaları heyecanla buralarda dinlenmiştir.
Tulumbacı kahvehaneleri, yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra, bu zümrenin temsil ettiği kahvehane kültürü tulumbacı teşkilatı tarafından devralınmıştır. Aslında yeniçeri mesleği sayılan tulumbacılık, acemi ocağına bağlı bir yapılanma iken 1926’da dağıtılarak yerine mahalle tulumbacılığı getirilmiştir, tulumbacılar da kendilerine öncelikle mahalle kahvehanesinde yer bulmuşlardır. Sultan Abdülaziz devrinden ( 1861-1876) itibaren altın çağını yaşamaya başlayan mahalle tulumbacılığı, sadece yeniçeri kahvehanelerinin toplumsal tabanını almakla kalmamış, asker-esnaf tipinin yerine önceleri bekâr odalarında ve şehir kültürüne nispeten kapalı halde yaşayan külhanbeyi-kabadayı tipini kahvehaneler yoluyla mahalleye getirmiştir. En meşhurlarından biri Hendek Kahvesi idi. Defterdar’da Kâhya İsmail’in Kahvesi, Karagümrük’te Uzun Ahmed’in Kahvesi ve Beyazıt’taki Köşklülerin Kahvesi de hemen her semtte bulunan bu kahvehanelerin en karakteristik olanlarıydı.
Semaî Kahvehaneleri (Çalgılı kahvehaneler) özellikle Ramazan ayında ve diğer zamanlarda Cuma ve kış geceleri saz takımlarının fasıllar yaptığı, semaî ya da başka bir adlandırma ile çalgılı kahveler XIX. yüzyılın başından itibaren Tavukpazarı’ndan başlayıp Beyazıt, Çeşme meydanı, Fatih, Tophane, Firuzağa, Üsküdar başta olmak üzere Beşiktaş, Eyüp ve Haliç gibi hemen her semt ve bölgede vücut bulmuştur. Ramazan’dan bir hafta önce polis müdüriyetine başvurulup izin alınarak tertip edilen semaî kahvehanelerinin hemen hepsi de en gözde tulumbacı kahvehaneleriydi. Sultan II. Abdülhamid zamanında ( 1876-1909 ) çalgılı kahvehaneler en parlak devrini yaşamıştır. Çalgılı kahvehaneler, dinleyici profilinin oluşmasında etkin rolü bulunan mânicilerin sayısal ve ayaklı mânilerin edebî etkinliğinin zirveye ulaşmış olduğu XIX. yüzyılın sonunda ilk kez, örgütlenmiş eğlencenin satın alındığı yerler olmuştur. Çalgılı kahvehaneye giriş ücreti 20 para idi, ama adet fazlasını bırakmaktı ve öyle olurdu. Müdavimlerinin, yüzüne ustura değmemiş kadar genç olmamak üzere her sınıf halktan, fakat has müşterilerinin tulumbacı, araba sürücüsü, sandalcı, kayıkçı, hamal ve fırın uşakları, bunların da uçarı çapkın ve kabadayı kısmından oluşan bir profili vardı. Kibar ve ricalden kimseler ise kendilerini göstermeyecek bir köşeyi tutarlardı.
Çalgılı kahvehane olarak düzenlenen mekânların baş aktörleri tulumbacılık mesleğindeki mânicilerdir. Bu tulumbacı mâniciler için kahvehane, vazgeçilmez bir alan olmuştur, çünkü en az yangın söndürmek kadar bir başka mahallenin tulumba takımına geçilmemeyi gerektiren rekabetin edebî zemindeki karşılık ve yansıması çalgılı kahvehanede gerçekleştirilen mâni atışmalarıdır. Güreş meydanında mağlup olan bir pehlivan, alayın bir köşesinden iz bulup çıkabilirken, kahvehanede mat olan bir manici derhal çıkayım dese bile izzeti nefis sahibi ise kapıdan çıkıncaya kadar bir hayli ter dökerdi. İstanbul’da binlerce mânici yetişmişti, hatta mektep çocukları arasında bile birkaç mâni ve semaî düzmeyen yok gibiydi. Acem İsmail, Bülbül Bilal, Çiroz Ali, Galatalı İnce Arap, Kel Ali Bey, Saka Karabet, Sarı Onnik, Zil İzzet, Zübidi Raşit çalgılı kahvehanelerin mâni, semaî okumakta şöhret bulmuş isimlerindendi. Okumak kabiliyeti olmadığı halde bir kısmı kahvehanelerde okunmak üzere yazılı eser vermiş olanların önde gelenleri ise Ali Çamiç Ağa, Ferhadi, Gürcü Nusret, Vasıf Hiç gibi isimlerdi.
Ayaklı mâni örnekleri:
Adam aman..dı köye
Arzuladık ihvanı geldik şu Kadıköy’e
Müftü haraç keserken ne yapar kadı köye?
Çarçı Ethem
*
Adam aman yara sar
Cerrahsan gel yanıma, sinede bir yara sar
Beni kimse asamaz asar ise yar asar
Yazmacı Karabet
Meddah kahvehaneleri, geleneksel Türk tiyatrosuna ev sahipliği yapmış kahvehanelerdir. Meddah ve Karagöz gösterileri Ramazan ayında yoğunlaşırdı. Tahtakale’de bulunan kahvehaneler bu işte başı çekmiş, çeşitli oyunların gösterildiği ve meddah hikâyelerinin anlatıldığı yerlerin başında gelmişlerdir. İstanbul’da bu oyunların ne derece rağbet gördüğünü anlatmak için sokak adlarına yansıyan izler bir fikir verebilir: Canbaz Ali sokağı, Hikâyeci sokağı, Karagözcü sokağı, Meddah İsmet sokağı. Babıâli caddesinde Bahçeli Gazino, Aksaray’da İhsan Bey Kıraathanesi, Fatih Caddesinde Reşadiye Kıraathanesi, Samatya’da Coil Efendi Kâgir Gazinosu, Koca Mustafa Paşa caddesi Çınar’da Dimitraki Kıraathanesi, Tophane Boğazkesen’de Cihan Yandı Kahvesi belli başlı kahvehaneler olarak İstanbul’a hizmet vermişlerdir. Kız Ahmet’in anlattığı hikâyeleri dinlemek için Edirnekapı’daki Terzicibaşı Kahvesine uğramak gerekirmiş. Direklerarası’ndaki Mehmed Efendi Kahvesi kıraathane olarak gündüz, saz heyetlerini dinlemek, meddah ve Karagöz gösterilerini takip etmek, Battal Gazi, Kan Kalesi, Hamzaname gibi kitapları dinlemek üzere de geceleyin meraklılarının toplandığı yerlerdendir. Meddah Şükrü Efendi, Yolgeçen Hanı Kahvesi’nde, İsmet Efendi, Arif’in Kıraathanesinde hikâyelerini anlatmışlardır.
Esrar kahvehaneleri, ancak bileğinden, cesaretinden ve geçmişteki vukuatlarının tecrübesinden güç alabilenler tarafından Tahtakale, Galata, Kumkapı, Samatya ve Tavukpazarı gibi bölgelerde açılabilen esrar kahvehaneleri, çoğu ayyaş bilhassa esrarkeş olan müdavimlere, şehrin sosyal, ekonomik ve fikri hayatından soyutlanmışlara mekân olagelmiştir. Esrarkeşler, cemiyetten ne kadar ayrı ve uzak iseler birbirlerine ve o derece bağlı ve bağımlı idiler. Bir karınca ile konuşup dertleşecek kadar hassas, kendine yetecek üç beş kuruşu varken cebi boş arkadaşıyla bunu paylaşacak kadar dost canlısı olan esrarkeş; yoktan yere kavga çıkarmaktan ya da kan dönmekten de geri durmayacak bir tabiata sahipti. Esrarkeşler, kendi zevk ve bağımlılıkları dışında hayatın her türlü nimet ve fırsatından yüz çevirmiş, çoğunluğa göre anti-sosyal, ama kendi sosyalliklerini kahvehanelerde kurmuş, semt semt bütün esrar kahvehanelerini bir gecede dolaşma gayretinde olan kimseler, toplumun dışına itilmiş kimsesizlerdi. Özellikle tiryakiler çarşısındakiler başta olmak üzere esrar kahvehaneleri, kumarbazlar, esrar ve afyon çekenler için yatakhane, dışardan bakanlara göre batakhane olarak iş görmüştü. XVII. yüzyıldan itibaren sayıları artmış olan esrar kahvehanelerinin son dönemlerdeki belli başlıları arasında Gavran Mustafa’nın Kahvesi, Arnavut İsa’nın Kahvesi, Dragon Kahvesi, Doktorun Kahvesi sayılabilir.
Seyyar kahvehaneler, XIX. yüzyılda oldukça yaygındı. Bir sırığın ucuna bağladıkları küçük bir ocak ve birkaç fincandan oluşan kahve takımı ile sokak sokak dolaşır, dileyene anında sıcak kahve sunarlardı. Kahvehanelere ulaşımın zor olduğu yerlerde faaliyet gösterirlerdi. Amicis’in “Kahve artık Galata ve Serasker kulesinin tepesinde, bütün vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda, çarşılarda içilir. İstanbul’un neresinde olursanız olun, etrafınıza bakmadan “kahveci” diye seslenmeniz kâfidir. Üç dakika sonra önünüzde bir fincanın dumanı tüter” ifadesine en yakışan servis seyyar kahveciye ait olsak gerektir.
Hayatın Aynası olarak kahvehaneler
İstanbul’un Türkler tarafından fethinin ardından Anadolu, Rumeli ve Ege adalarından İstanbul’a getirilip iskân edilen nüfusla birlikte şehir insanı, yan yana yaşamaktan iç içe yaşamaya doğru bir toplumsal hareketlilik sürecine girmiştir. Neredeyse XVI. yüzyılın sonlarına kadar İstanbul’daki yaşama alanı gündelik hayatta mesken, dini hayat için cami, tekke, havra, kilise, ticaret alanında ise çarşılarla sınırlı iken kahvehanelerin yaygınlaşmasıyla sosyal hayat renklenmiş, çeşitlenmiştir.
Kahvehaneler, hiçbir devirde sadece bir şeyler içilip geçilen yerler olmamıştır. Satranç, tavla, dama, piket, bezik, briç ve türlü kâğıt oyunları, gençler arasında yüzük ve tuğra oyunları buralarda oynanmıştır. Buralarda günlük, siyasal ve edebî sohbetler edilmiş, mahalleli birbiriyle buralarda buluşmuştur. Boş zaman avcısı şeklinde de nitelenen kahvehaneler, zamanla örgütlü eğlencenin satın alındığı, kamuya açık ilk Türk din-dışı boş zaman işletmeleri olmuştur. Meddah, Karagöz ve kuklacılar kahvehanelerden eksik olmamıştır. Abdi’nin temsilleri, Hayalî Kâtip Salih’in Karagöz oyunları kahvehanelerin müşterilerle dolup taşmasını sağlamıştır.
Şarktan gelen kahve, 1606’da, garptan gelen tütünü de yanına almıştır. Tütün çubukla içildiği için çubuk içmek tabiri dile yerleşmiş ve belirli bir merasimle, özellikle büyük konaklarda birkaç kişi tarafından yapılan servisle ikram edilen kahvenin yanında çubuk ikramı da adet olmuştur. IV. Murad’ın (1623-1640) tütün yasağı ile bu defa tütün tozundan yapılan ve burna çekilen enfiye kullanılmaya başlanmıştır. Avam daha çok tütüne rağbet ederken 1766’dan itibaren İstanbul’da da yapılmaya başlayan enfiye okur-yazarların, uyku gidermesi, zihin açması özellikleriyle medreselilerin tercihi olmuştur.
Bir görüşe göre Hindistan’dan çıkmış olan nargile de kahveyle birlikte içilen içeceklerin vaz geçilmezlerinden olmuştur. Ayasofya, Beyazıt, Aksaray, Galata, Tophane ve Emirgan da nargile içilen mekânlar olarak dikkat çekmiştir. Lülesi, gövdesi, marpuç ve ağızlık kısımlarının ayrı ayrı ustaları ve esnafları oluşmuştur ve nargile ateş ayarını sağlayan maşasıyla (veya keyif verici madde katılarak neşesiyle), kömürü meşesiyle, içilen yeri köşesiyle, hizmet edenin maharetini gösterir Ayşe’siyle önemli bir kültür unsuru olarak İstanbul’da var olagelmiştir.
Haberleşme merkezi işlevi de gören kahvehaneler, eğer bu mekânlarda, kitaplar, dergiler, gazeteler satılmış ve okunmuşsa kıraathane diye de anılmıştır. Kanunî’nin (1520-1566) kahvehanelerde ve umuma açık yerlerde halka okunmak üzere bir takım tarih kitapları yazdırdığı rivayeti, bilinmeyen tarihlerden itibaren kahvehanelere kıraathane denilmesinin sebebine ışık tutmaktadır. Eskiden köy odalarında okunan Muhammediye, Hamzanâne ve benzeri kitapların artık kahvehanelerde okunuyor olması da kıraat kültürünün mekân değişimini göstermektedir. Köy odalarının hazırladığı, kasaba ölçeğindeki yerleşim yerlerinde vücut bulan organizasyonlar da zamanla ve şehirlerde gelişmek üzere kahvehaneye yönelmiştir.
Bir taraftan ahiliğin bir yandan da tekkelerin etkisiyle şekillenen ve çoğunlukla gençlerin düzenli olarak bir araya gelmelerini sağlayan “yârân cemiyetleri” kahvehaneler üzerinde etkili olarak kahvehanede faaliyet alanı bulmuştur. Köy odalarından yârân cemiyetlerine ve kahvehaneye uzanan süreç sohbet mekânının mimari yönden, sosyal ve kültürel cephelerden gelişimini takip etme imkânı verir. Geleneksel kültürde zaman, mekân ve ihvan bir araya geldiğinde sohbet şartları oluşmuş demekti. Kahvehanelerin, “mekteb-i irfan” olarak anılması, sohbet sayesinde bilgilenmeye, edebî ve kültürel olarak gelişime mekân olmasına da işaret eder. Kahvehaneler edebiyata mekân olurken kahve için de gazeller yazılmış, methiyeler söylenmiş, destanlar düzülmüş, bilmeceler tertip edilmiştir. Saz şâirleri, hikâyelerinde kahvehanelere geniş yer ayırmışlardır.
Barışta olduğu gibi savaşta da kahvehaneler işlevselliğini korumuş, Kurtuluş Şavaşı yıllarında şair, edip ve aydınlar Nuruosmaniye ile Sultanahmet kahvehanelerinde toplanmışlar. Bazı kahvehaneler adeta bazı semtlerle bütünleşmişlerdir. Eyüp, Pierre Loti ile Beykoz, Beykoz Çayırı Kır Kahvesiyle, Üsküdar, Çiçekçi Kahvehanesiyle, Beyazıt Küllük ve Çınaraltı, Emirgân yine, Çınaraltı Kahvesiyle bir anılmıştır. Kahvehaneler müzisyenlere de, edebiyatçılara da devlet ricaline de kucak açmıştır, mesela Fevziye Kıraathanesi, Ramazan’da tam bir musiki kahvesi halini alırdı. Hafız Osman’ın hanendelere eşlik ettiği, Tanburi Cemil, Rauf Yekta, Lemi Atlı, Udi Cemil’in fasılları izleği yer olmuştu.
İstanbul kıraathanelerinin meşhurlarından Sarafim Efendi Kıraathanesi müdürleri, azledilmiş devlet ricalini ve edebiyatçıları ağırlamıştır. Tercüman-ı Ahval, Ruznâme, Tasvir-i Efkâr, Mirat gibi gazeteler Sarafim’de okunur, hatta bunların dağıtımı da yapılırdı. Namık Kemal, Vidinli Tevfik Paşa ve Süleyman Paşa müdavimleriydi. XX. yüzyıl başlarında Sarafimle aynı kategoride olan Lebon, Tepebaşı Bahçesi, İkbal Kahvesi, Nisuaz, Viyana Kahvesi, Elit, Baylan, Ankara Pastanesi, Cennet Bahçesi de İstanbul’daki edebiyat kahveleriydi. Meserret kahvesi de edebi hareketlerinden daha ziyade siyasal hareketliliğin merkezi olmuştu.
Tarih ve Malumat gazetelerine Hacı Çaycı Reşit’in Çayevi’nde ulaşılabilirdi. Çaycı Hacı Mustafa’ya uğrayanlar Neyzen Tevfik, Mehmed Akif, Hersekli Arif Hikmet, İbnülemin Mahmut Kemal, Muallim Naci, Hayret Efendi, Şeyh Vasfi’yi görebilirlerdi. Mahmutpaşa Camii avlusundaki kahvehaneler de devrin meşhur edip ve şairlerin, zariflerin ve âlimlerin devam ettiği “akademisyen kulubü” diye anılan bir yerlerdi. Mithat Paşa da Abdi Bey de Edhem Pertev Paşa da burada bulunabilirdi. Yabancı dergi, magazin ve gazeteleri okumak isteyenler Beyoğlu’nun yolu tutardı. Lüksemburg, Jardin des Fleurs, Kristal Kahvesi, Bizans Kahvesi, Tokatlıyan Gazinosu, Tepebaşı’ndaki Kanun-i Esâsi ve Taksim’de Eptalofos yabancı basını takip etmek için biçilmiş kaftandı. ( Karaların ve Denizlerin Sultanı İstanbul, C.III, İstanbul, YKY, 2009, s. 123- 133. )
Dr. Abdulkadir Emeksiz
Gravürler, yapıldıkları dönemleri
daha iyi tanıma imkânı veren değerli
belgelerdir. 15. yüzyılda ahşap baskıyla başlayıp, 17. ve 18.
yüzyıllarda daha da yoğunlaşan, Batı'nın Doğu'ya oryantalist seyahatleri
sırasında ortaya çıkan
seyahatnameler, resimler, hatıratlar gravürlerde hayat buldu
hep. Özellikle de İstanbul ve İstanbul yaşamı bu seyyahların ilgi
odaklarından biri
oldu.
Batılı gezginler İstanbul'un yalnızca mimari yönünü değil, günlük yaşamını, kültürünü ve tarihini de ele aldılar. |
|
O devrelerdeki elçilikler,
serbest ressam ve gezginler bu kültür alışverişlerinin en önemli
parçasını oluşturdu. Ayrıca Pera'nın gayrimüslümlere açılması, yapılan
imar faaliyetleri bu kültürel gezilere hız kazındırdı. William Henry Barlett, Thomas Allom, John Frederick Lewis, Pierron, Flandin, Gouffier, Melling, Preziosi sanatçılardan birkaçıdır. 18. yüzyıldan sonra giderek sayıları artan İstanbul gravürlerinin başında kent siluetleri gelir. Bunların yanı sıra saraylar, camiler, çeşmeler, kahvehaneler, sokaklar, çarşılar ve günlük yaşayış gravürlerin konuları arasındadır. Kahvehaneler fetihten sonra, İstanbul'a yerleştirilen toplulukların kaynaştığı ortamlar olarak ortaya çıktı. Bu mekânlar kuşkusuz nargile içilen, tembelce oturulan yerler olmaktan uzak, insanların sohbet ettikleri, musiki dinledikleri, ozanların şiir ve şarkılarını sergiledikleri yerlerdi. Aynı zamanda İstanbul'un dini, iktisadi ve siyasi konuları konuşulurdu. Hatta bu sıfatlarından dolayı padişahlar tarafından kimi dönemlerde kapatılmış ve tepkiler karşısında tekrar açılmıştır. |
|
|
İstanbul'da
kahvehaneler açık ve kapalı mekânlı olmak üzere iki türdü. Yaz ve kış
aylarında sürekli faaliyet gösteren kapalı mekânlı
kahvehaneler, mahalle, esnaf, yeniçeri, tulumbacı, âşık ve
semai kahvehaneleri olarak bilinen en geniş
|
grubu oluştururlardı. Açık
kahvehaneler ise yalnızca yaz aylarında faaliyet gösterirdi. Her kesimin kendi kahvehanesi olması da, toplumsal kurumlara dönüşmelerini sağladı. Örneğin Yeniçeri kahvehaneleri, toplumsal yönden çok önemli "nişan alayı" töreniyle açılırdı. Önce açılacak kahvenin parası çevre sakinlerince toplanır ve bunun karşılığında o bölgenin kolluk hizmeti üstlenilirdi. Kahvenin bağlı olduğu nişan, başkarakullukçu tarafından Süleymaniye'deki Ağa Kapısı'ndan alınarak, kalabalık bir grupla getirilirdi. Kalabalığın önünde ise Bektaşî babaları bulunurdu. Bu ihtişamlı kahve açma geleneği, II. Mahmud Dönemi'ne (1818-1839) kadar devam etti. Her mahallede, tulumbacıların kendi kahvelerini kurmalarının yanı sıra, halk mozaiğinin meydana getirdiği âşık ve semai kahvehaneleri de vardı. Ramazan aylarında ise meddah kahvehaneleri kurulurdu. Açık kahvehaneler, genellikle liman çevresinde yoğunlaşır, esnaf kahveleri ticaretin canlı olduğu Haliç kıyısı boyunca, Eminönü, Ayvansaray arasındaki ticari hanların bulunduğu yerlerde faaliyet gösterirdi. İstanbul'un en tanınmış tulumbacı kahveleri Galata, Defterdar ve Beyazıt'ta, semai kahveleri ise şehrin eğlence merkezleri sayılan Kasımpaşa, Unkapanı, Defterdar, Eyüp, Halıcıoğlu, Galata, Fındıklı, Beşiktaş, Kadıköy ve Üsküdar'daydı. |
|
Kapalı kahvehaneler, üstlendikleri işlevsel faaliyetlere göre bir mimari tarza sahipti. Örneğin Yeniçeri kahvehaneleri iki katlı olup, nişanları giriş kapısının üzerinde yer alırdı. Ortada fıskıyeli havuz, etrafında oturmak için yastıklarla döşeli peykeler bulunurdu. Ortada Bektaşî babasının oturduğu "baba sofası", ayrıca kahve ocağı ile âşıkların saz çaldığı kısım yer alırdı. Havuzun kenarlarında ise fesleğen saksıları sıralanırdı. Diğer kahvehane türlerinde de bu plan küçük değişikliklerle uygulanmıştır. |
Bazı kahvehanelerde ayrıca
berber esnafı da bulunduğundan ona ait eşyalar da dekorasyonu
tamamlardı. Görüldüğü gibi kahvehanelerin açılışı ve üstlendikleri toplumsal görev, yabancı seyyahlarca haklı olarak "kültür seviyeleri yüksek dostların buluştuğu mekânlar" olarak nitelendirildi. Kahvehaneler o dönemde, bugünün bir nevi dernek veya kulüp misyonunu üstlenmiş bir konumdaydılar. Yabancı ressamların yaptığı bu değerli gravürler, İstanbul'un gündelik hayatında bir zamanlar vazgeçilmez bir yeri olan kahvehaneleri tanımamızı sağlayacak bilgi kaynakları olarak önemli bir nitelik taşıyor. |
* Gündegül Parlar,
sanat tarihçisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder